26 Mart 2012 Pazartesi

War Horse ve Byerley Türk

spielberg'in son filmi savaş atı, çiftlikte çalışması için alınan war horse'un ailenin oğlu albert' in verdiği isimle joey, savaş çıkması yüzünden maddi sıkıntı içerisindeki babası tarafından bir süvariye satılır. sahibi cephede ölünce bir çok insanın hayatına giren ve unutulmayacak izler bırakan joey ve albert'in hikayesi izlemeye değer... filmin anlatmak istediği çok şey var. albert'in ata saban çekmesi için verdiği eğitimin, öğrendiğimiz bir şeye ne zaman ihtiyaç duyacağımızı ne zaman işimize yarayacağını , her şey için hazırlıklı daima güçlü olmamız gerektiğini güzel ifade ediyor. war horse bir çok etkileyici sahne barındırıyor, iki tarafın ateşi arasındaki ara bölge diye adlandırılan canlı kimsenin kalmaması ile meşhur ara bölge de dikenli tellere takıldığı halde kurtulmaya çabalayan atı fark eden askerlerden biri buna kayıtsız kalmayıp komutanının karşı çıkmasına rağmen yardım etmek için atın yanına gider vardığında ise düşman hattından bir askerin de yardım için geldiğini görür, bu iki askerin yardım etmesiyle joey kurtarılır. yine bu sahnede askerlerin atı hangisinin alacağını belirlemek için buldukları yöntem savaşın her iki tarafı da memnun etmediğini ayrıca savaşın anlamsızlığını, herkese bir şeyler kaybettirdiğini filmin genelinde olduğu gibi çok iyi vurguluyor. savaş sahnelerinin birinde yönetmenin er ryan'ı kurtarmak filminde olduğu gibi makineli tüfek mevzisine yapılan saldırının bir benzeri mevcut... albert ve joey finalde buluşması ise filmin bence en güzel sahnesi.... war horse gibi bir çok filme ilham kaynağı olan atlar western ve tarihi savaş filmlerinin de vazgeçilmez parçasıdır . günümüz filmlerinde ise bu filmlerde olduğu kadar kendilerine yer bulamazlar. bu durum hayatımız da iş ve binek hayvanı olarak kullandığımız atların teknolojinin gelişimi yerlerini makineler ve motorlu diğer taşıtlara bırakmasıdır. atı günümüzde daha çok geçmiş de daha sembolik ve küçük çapta yapılan kralların sporu ve asaletin simgesi yarışlarda atlı sporlarda görmekteyiz. hal böyle olunca artık filmlerde bir yarış atının hikayesini anlatan veya at yarışı sahnelerinin olduğu filmler görmekteyiz. ne de olsa iyi bir atın milyonlar ettiği, at yetiştiriciliği yapan bir ülke olan irlandanın ekonomisinin büyük bir bölümünü oluşturması amerika ve ingiltere deki durumun da aynı oluşu at yarışlarının son zamanlar daki gelişimi yetiştiricilik, antrenörlük ve jokeylik gibi profesyonel meslek gruplarının oluşmasına , son teknolojinin kullanıldığı bir sektör haline gelmesinde payı büyük. bunu neredeyse bir asır evvel '' at yarışları modern toplumlar için sosyal bir ihtiyaçtır.'' sözü ile öngören atamızı anlamamışız demek ki bu konuda da oldukça geride kaldık... devlet halen yanlışından dönmüş değil dünya yarışçılığında kabul gören tek ırk olan ingiliz atı yerine dünyada sembolik bir yeri olan arap atı yetiştiriciliğini bizzat kendisi yapmaya devam ediyor... sinemada at ve at yarışları ilgili bir çok film çekilmiştir. bunların en iyi örneklerin den biri seabiscuit'tir film de jeff bridges ve tobey maguire şampiyon bir yarış atının nasıl ortaya çıktığını gösteriyorlar... yine secreteriat ismli atı anlatan filmde ise babası ölünce borçları olan bir çiftliği kurtarmak için satmak yerine atları koşmayı deneyen bir kadını ve onun şampiyonunu anlatıyor... hidalgo isimli film ise çölde düzenlenen geleneksel yarışlara katılan hidalgo ve binicisi viggo mortensen'in yaşadığı zorlukları anlatıyor....kurt russel ve dakota fanning başrolünde olduğu hayalperest te ise patronuyla anlaşmazlığa düşen russel öldürülmek üzere olan sakat atı alacaklarına karşılık alır ve onu kızıyla tedavi etmeye çalışır... robert redford'un yönetip oynadığı atlara fısıldayan adamda, kızı atıyla kaza geçirmiş bir kadına yardımcı olmaya çalışan bir adam ve atla kızın kader bağı anlatılıyor... yine daha küçük bir kız iken rol aldığı national velvet filminde elizabeth taylor'u görüyoruz. elizabeth sahipsiz yabani bir at bulur ve onu engelli yarışlara hazırlar. at tüm yöre halkının kahramanı olur.... bazı filmlere ise sadece bir sahne ile dahil olan atlar anlatılmak istenen konunun vurgulanmasında çok önemli bir rol oynar... örneğin audrey hepburn başrolünde oynadığı my fair lady isimli müzikal filmde hepburn taşralı çiçekçi bir kızdır. soylu bir dil eğitmeni ile yolları kesişen hepburn'un hayatı eğitmenin onu sadece soyluların katıldığı bir baloda fark edilmeden onlar gibi davranabileceği üzerine arkadaşıyla bahse girmesi üzerine değişir. ilk prova için seçilen mekan ise ingilizler için bir asalet sembolü olan at yarışlarının yapıldığı hipodrom olur. bu filmi izledikten yıllar sonra televizyonda bir bölümüne denk geldiğim gönülçelen isimli dizi ile göstermiş olduğu benzerlik beni hayrete düşürdü... bizim dizilerde bunun gibi durumlarla karşılaşmak aslında şaşırtıcı değilde aradaki zaman farkı beni şaşırttı. bu konuya değinmişken bizim diziciler yine aynı şekilde robert de niro'nun başrolünde olduğu everybodys fine isimli filmi resmen kopyala yapıştır yaptıklarını gün akşam oldu dizisinde farkettim. neyse ki bu durum utanmış olmalılar demek ki fazla uzun sürmedi ve dizi bir kaç bölüm sonra sona erdi. özellikle araştırdım senaryoya kendi isimlerini yazmışlar ne yazdıysalar artık.. hadi bunları anladım dizi felan.. ya plajda isimli filme ne demeli.. bazıları sıcak sever filminin nerdeyse birebir aynısı bunun ortaya çıkacağını hiç düşünmüyorlar mı? sanki başka bir evrende yaşıyorlar. hadi böyle bir şey yaptın bari telifini öde yada yeniden uyarlanma olduğunu belirt... neyse konuyu dağıttım devam edeyim, yine robert de niro'nun oynayıp yönettiği bronx tale isimli filmde mafya babası olan sonny ve yanında takılan calegero isimli çocuğun hikayesini anlatan filmin bir sahnesinde, birlikte gittikleri hipodromda koşulan bir yarışı izlerken sonny oynadıkları ata lapa eddie' nin de oynadığını ve o at için bağırdığını farkedince oynadığı biletleri yırtıp atar oysa yarışın bitmesine az bir mesafe kalmıştır ve oynadıkları at öndedir, calegero'nun bunu neden yaptığını anlaması fazla sürmez çünkü eddie, lapa lakabını denediği her şans oyununda kaybetmiş biri olduğu ve bulaştığı her oyunu lapaya çeviren anlamına gelen bu lakabı almıştır. sonny, eddie bu ata oynamışsa bu at gelmez diye açıklar durumu nitekim de öyle olur at bitiş çizgisine yakın resmen durur ve yarışı kaybeder. benzer bir sahnede şanssızlığı vurgulamak amacıyla şanslı slevin filmin de kullanılmıştır, bu filmde ise at devrilir.... shooting fish filminde ise birlikte büyüyen iki arkadaşın ideallerine ulaşabilmek için her yolu denediğini görürüz son olarak bir yarış atı alarak yarışlarda koşturmayı dahi denerler.... halkın at yarışlarına olan ön yargısını ve at yarışlarının kötü şöhretini anlamak için ise en güzel örnek philip seymour hoffman başrolünde yer aldığı owning mahowny filmidir. öncelikle hoffman' ın bu performansı kesinlikle görülmeye değer.. filmde bir kumar bağımlısı bankacı olan hoffman kumarın her türlüsünü denemektedir. buna at yarışları üzerine oynananan bahisler de dahil.... işte bu tarz kumar bağımlılarının ve recep ivedik gibi at yarışlarını izlerken kendini kaybedenlerin düştüğü durumlar halkın belleğine yerleşir, yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere benim gibi en az sinema kadar at yarışlarını seven birinin toplum içinde yarışlarla ilgilendiğini ifade ederken belki de içgüdüsel olarak rahatsızlık duymasına sebep olur ... bu konuya sinema üzerinden değinebileceğim bu yazıyı yazana kadar hiç aklıma gelmemişti.... atı sinemamız da çok iyi kullanabildiğimiz söylenemez dünyada birçok filme konu olan at, üzerinden anlatılmak istenen bir çok konuya yardımcı bir unsurken biz onu daha çok komedi ve eğlence malzemesi olarak kullanmışız. kemal sunal'ın atla gel şaban filmi ilk akla gelen , ilyas salman'ın eski bir jokeyi canlandırdığı afacan filmi, son dönem filmlerinde şafak sezer'in kutsal damacanasında ki altılıcı fikret karakteri, recep ivedik filmlerinden birinde ise ivedikin yarış seyrederken kendini kaybeden profili , ismail hacıoğlu'nun başrolünde oynadığı çakalda yasadışı altılı oynatan bir yerde çalışan hacıoğlu'nun birahane de hayatını sorgularken, gördüğü yalnız başına altılı üzerine çalışan birine içinden geçirdikleri.., en son yaşamın kıyısında filminin bir sahnesin de oğluyla tüyo alıp yarışlara giden tuncel kurtiz'in oyun tutturduğundaki mutluluk da sürpriz sahnelerdi benim için... başrolünde cüneyt arkın'ın olduğu köroğlu ise güzel bir at hikayesi, zaten cüneyt arkın at binmede ki yeteneği sayesinde tarihi kahramanlık filmlerinin değişilmez oyuncusudur.film kendisi için bir at seçmesini istediği seyisin getirdiği atı beğenmeyen bolu beyi hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlar bu filmde...miadını doldurmuş bu film gibi bir çok efsaneye sahip at sırtında ömürlerini tüketen atalarımızın olduğu bu topraklarda neden iyi at odaklı bir film yapılmaz anlamış değilim... tarihimizde en dikkat çekici hikayeye sahip olan atlardan biri byerley türk 'dür gerçek ismi azaraks yani ateşin oğlu olan bu at yıllarca osmanlı ordusu ile savaşlara katılmıştır.. viyana kuşatmasın da seyisi ile birlikte esir düşmüş ,yüzbaşı robert byerley tarafından alınıp ingiltere ye götürülür ve byerley türk ismiyle tanınmaya başlar... byerley türk yeni sahibi ile de savaşlara katılmaya devam etmiş. savaş sonrası ise şimdilerde bir çok atın emekli olduğu yaşlarda yarışlara katılmaya başlamış ve başarısı dikkat çekmiştir. yetiştiriciler byerley türk için aygırlık isteğinde bulunmaya başlamış,safkan ingiliz yarış atı ırkının oluşmasını sağlayan üç isimden biri olmuştur. bir dönem ülkemizde de bulunup at almış olan jeremy james byerley türk hakkında türk atı isimli bir kitap hazırlayıp piyasaya sürmüştür. kitap , osmanlı'nın gerileme dönemine girdiği zamanlarda avrupa da yükselen bir türk ismi olarak karşımıza çıkan byerley türk'ü anlatıyor. böyle bir at türk soyundan değilde başka bir soydan gelmiş olsa adına belgeseller, kitaplar ve filmler sıralanırdı elbet maalesef türk atı.... ulusal kahraman ilan edilecek bu atın yetiştiği topraklardaki insanların kaç tanesinin böyle bir isimden ve başarıdan haberi var. dünyanın önemli sektörlerinden birinin temelini oluşturan bu ismi yabancı yazarlardan öğreniyoruz. bu at hakkındaki en kapsamlı bilgi arşivini düzenleyen erhan gökbayrak'ın düzenlediği byerley türk isimli sitede bulabilirsiniz.. kendisini tanımıyorum ama bu ata verilmesi gereken değer için uğraştığını fark ettim kendisine sonsuz teşekkürler. yakın tarihte pistlerimizde start alan başarı öyküleri de var bir kaç tanesine değinecek olursam cangıl isimli bir arap atı var ki.. zor durumdaki sahibi yetiştirdiği atları satmaya çalışır ancak cangıl öylesine küçük ve çelimsizdir ki kimse atla ilgilenmez ve at sahibinin elinde kalır. at koşabilmek için gerekli fiziğe bile ucu ucuna uygun bulunur. ve koşmaya başlar kendisinin neredeyse iki katı atlara boyun eğmeyen bu at boyuna bakmadan büyük işler başarmıştır ... yine grand ekinoks isimli ingiliz atı ise kambur olmasına aldırış etmeden satın alan sahibine tüm başarıları sunmuştur. hatta yurt dışında ilk sınıf koşuya katılan isim olmuştur . ve tabi ki kafkaslı , kafkaslı sahibi tarafında sakat olmasına rağmen aygır olarak kullanılmak amacıyla alınır ama sakatlığına rağmen koşmak ister ve sahibinin koşması için şans vermesiyle yarış pistlerin de tarih yazan bir yarış atı olur kazancı sekiz milyonun üzerindeyken yarış hayatını noktalayan bu at şimdilerde yavruları ile pistlere dönmeye hazırlanıyor. bu ve bunun gibi bir çok hikayeye sahibiz ancak byerley türk gibi bir atın hikayesini izleyebilmek için spielberg gibi ustaların farkına varmasını bekleyeceğiz....

Awakenings

yazının başlığı olan filmi izledikten sonra bu yazı şekillendiği için kafamda yazıya filmin adını verdim . filmi robert de niro oynuyor diye izlemiştim, de niro filmde çocukken geçirdiği bir hastalık sonucu bir bitki gibi yaşamaya başlamıştır. filmde ilk olarak de niro nun çocuk halini canlandıran bir oyuncu yer alıyor de niro göründüğünde ise tamamen hareketsiz sessiz bir obje, eşya gibi sabit odaklanmış bakışlardan başka bir şey olmayınca şaşırdım bir süre böyle devam ediyor tabi çok sıkıcı bir durum, taki dr. rolündeki robin williams ın de niro ile karşılaşmasına dek... bu filmi izledikten sonra insan de niro gibi bir oyuncuya bir kez daha hayran oluyor ve düşündümde böyle bedensel veya zihinsel engelli bir karaktere hayat veren oyuncu sayısı hiçte az değil... peki bu oyuncular böyle rolleri neden tercih ederler, kendilerini böyle bir engelli canlandırırken dahada geliştirdikleri için mi yoksa seyirciyi şaşırtmak için mi bilmem ama biz oyuncuları hep hayal ettiğimiz kalıplarda görmeyi bekleriz.... izlediğim ve oyuncuların bu şekilde rol aldığı filmlere değinecek olursam, yine de niro nun flawless isimli bir filmi vardı bu filmde polistir ve bir kaza sonucu sakat kalmış konuşma kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir, tedavisi için görmesi gereken terapinin gereği şarkı söylemesi gerekmektedir ve bunu hiçde hazzetmediği komşusu eşcinsel philip seymour hoffman la yapmak zorundadır. film için de niro ve hoffman ın çok iyi performans gösterdiğini söyleyebilirim... scent of a woman da böyle bir film al pacino orduda gözlerini kaybetmiş emekli bir subaydır, işin ilginç tarafı al pacino bu filme kadar onlarca unutulmaz filmde yer almasına ve birçok unutulmaz karaktere hayat vermesine karşın bu filmle oscar ödülüne layık görülmüştür. bu rolün nedenli etkili bir seçim olduğunu görüyorsunuz, yeni oyuncuları böyle sıradışı rollerle görürseniz şaşırmayın derim... javier bardem'de böyle bir karakteri içimdeki deniz de canlandırmıştır, bir kaza sonucu uzunca bir zaman yatağa mahkum olmuş ötenazi için savaşan bir kişidir filmde bardem... bu rol ona ne kattı bilinmez ama javier bardem için artık söylenecek fazla bir söz yok. son olarak james bond filminde kötü karakteri oynuyacağını duydum buda şaşırtıcı değil zaten ihtiyarlara yer yok da oscar almış bir kötüdür kendisi... bu bond filminde ise ben dahada aşama kaydedip, heath ledger in batman filmindeki joker performansı gibi kötü karakterin kahramanın önüne geçtiği bir performans sergilemesini umuyorum... the score da bu kalıba uyan bir film, filmde edward norton hırslı bir hırsızdır ve çalıştığı yerin güvenini kazanmak için engelliymiş gibi rol yapmaktadır. norton 'un performansı ve oyunculuğu için de fazla söze gerek yok çünkü de niro ve marlon brando gibi iki usta onunla aynı film de rol alarak onun nedenli iyi bir oyuncu olduğunu ortaya koyuyorlar. bu filmde kafama takılan ise şu oldu acaba norton un engelli halinin bir taklit olduğu sürpriz bir şekilde sonda verilseydi daha hoş olmazmıydı... my left foot ta ise daniel day lewis in doğuştan felçli sadece sol ayağıyla hayata tutunmuş ve zekasını bu şekilde ortaya koyduğu bir performansı vardır.. brad pitt in on iki maymun daki fıttırık halleri, di caprio nun yine gilbert eating grape deki yarım akıllı hali, jack nicholson un as good as it gets deki pimpirikli hastalık hastası rolü, rain man de dustin hoffman ın otistik halleri de oyuncuların bu tarz tercihlerinin iyi örnekleridir. bizim filmlerimizde da buna benzer roller alan oyuncular görüyoruz, babam ve oğlum da yetkin dikinciler in yarım akıllı hali, abimm filminde levent üzümcü nün canlandırdığı karakter iyiydi ,yalnız bu abimm filmi kısmen rain man den araklama levent üzümcü nün performansına sözüm yok ama bizimkilerin yabancı filmlerden aşırdıkları senaryolar için ayrı bir yazı lazım bu yazıyı uzatmayalım umarım beğenirsiniz.

19 Mart 2012 Pazartesi

aronofsky' nin mumu

      film izlemeye önce tür takip ederek başlanır, komedi.. korku... romantik.. dram.. vesaire... sonra bu filmlerde gördüğümüz  bir oyuncu takip etmeye başlarız. sonrasında film izlemek bir tutku halini aldığında ise, işin aslında yönetmenlerin etrafında döndüğünü anlarız. bundan sonrası artık detaylardan ibarettir... yönetmenin seçtiği, oyuncular.. müzikler.. senaryo ve üslup onun diğerlerinden ayrılmasını sağlar bizim için....
 benim favorim darren aronofsky,  sinemaya ilk pi isimli filmiyle giren ve dikkat çekmeyi başaran yönetmenin bu filmi sonrasında yapacağı filmlerle aynı kalitede değil elbette çok düşük bir bütçeyle ve acemiliğini atlattığı bu filmi bir kenara koyarsanız, yönetmenin gerçek eserleriyle karşılaşırsınız. bunların ilki requiem for a dream yönetmenin kullandığı değişik çekim teknikleri, oyuncuların etkileyici performansları, clint mansell'in müzikleri ile izleyeni büyüleyen bu film uyuşturucu bağımlısı bir genç , arkadaşı ,sevgilisi ve annesinin hikayesini anlatıyor.
kendileri için uyuşturucu temin edebilmek için uyuşturucu satan jared leto, arkadaşı ve sevgilisi için hayat işler ters gitmeye başladığında bağımlılığın onları ne duruma düşüreceğini bilmeden bu şekilde sürmekteyken..annesi ise bağımlısı olduğu televizyonda izlediği bir yarışmaya katılma hakkı kazanınca , sevdiği eski bir elbiseyi giyerek katılmak ister ancak elbiseye girebilmek kilo vermesi gerekmektedir, yine bağımlısı olduğu tv den bulduğu bir yöntemle(içeriğinde uyuşturucu olan haplar) kilo vermeye başlar. oğlu annesinin bu durumunu farkettiğinde iş işten geçmiştir anneside bir bağımlıdır artık..  bu film de ve sonra ki filmlerinde olduğu gibi aronofsky'nin tarzının hiç de eğlenceli olmadığını görebilirsiniz... her şey gerçek hayatta ki gibidir. sınırı aşınca sert bir iniş yaparsınız elinizden bir şey gelmez.
 sonraki film  the fountain de pi'de olduğu gibi senaryosunu da yazarak farklı bir yönünü de ortaya koymuştur. bu filmde yine müzik mansell e teslim edilmiştir. bu film diğer filmlerinden farklı bir yerde durmaktadır, öyle ki filmde olabildiğince gereksiz diyaloglardan uzak yalın bir dil kullanmış, ayrıca film üç ayrı hikayenin, üç ayrı zaman da paralel bir kurgu ile ilerlemesi, hikayelerin ortak amacı olan ölümsüzlüğe, hayat ağacına ulaşmayı ortak bir sona bağlaması ile diğer filmlerinden ayrılmasını sağlar.
      the wrestler 'de yine özüne dönüp tarzına uygun bir senaryoyu ele alan yönetmen filmde başrolüde  mickey rourke  verip onun varolduğunu hatırlamamızı sağlıyor. zaten yönetmenin oyuncu tercihlerindeki başarısı filmlerine  orantılı bir şekilde yansıyor..  bu filmde popülaritesini yitirmiş eski bir güreşçinin hayatını anlatıyor, sağlık sorunları yüzünden, ringlere veda etmek zorunda kalan rourke yaşadığı hayatı sorgulayıp geri dönüp yaptıklarına bakar.... ringlere olan tutkusu hayranları ile arasındaki bağ onun ailesinin dağılmasına sebep olmuş düzenli bir hayat sürememiştir. kızıyla arasını düzeltmek ister , bunun için ilgi duyduğu striptizci arkadaşından da  destek alır. tezgahtarlık yapmaya başlar,  ancak yinede işler yolunda gitmez.. sağlık problemlerine rağmen  yine bildiği tek iş ve sevildiği yere yani ringlere döner...  aronofsky tüm filmlerinde yaptığı gibi bu filmde de sonu seyirciye bırakır..   rourke, finalde meşhur atlayışını yapmak için iplerin üzerine çıkar ve rakibinin üzerine uçarak atlayışını yapar . mickey rourke bu filmdeki performasının oscar adaylığı ile sınırlı kalması ise benim için hayal kırıklığı olmuştu açıkçası... aslında bu filmi özetlemek için rourke'un finalde ringe çıktığında yaptığı konuşmayı kullanmak yeterli olur. bu konuşmasının bir bölümü şöyle ''hayatı özensiz yaşar ve mumu iki ucundan yakarsanız bedelini ödersiniz, sevdiklerinizi ve sevenlerinizi kaybedebilirsiniz'
               ve son filmi black swan tam anlamıyla bir aronofsky filmi olarak karşımıza geldi... artık yönetmenin tam olarak tarzı oturmuş ne anla tmak istediği takipçileri tarafından kolayca anlaşılır bir hal almıştı bu filmde.... önce ki filmlerinde ki güreşçiler, uyuşturucu bağımlılarından sonra burada balerinlerin hayatına girerek anlatıyor hikayesini... yine aynı şekilde çok değerli oyunculara filmde yer vermesiyle filmin dikkat çekmesini sağlamıştır. vincent cassel gibi benim için çok yetenekli ve değerli bir oyuncuyu alıp çok küçük bir role yerleştirmesi yönetmenin titizliğini gösteriyor, mila kunis gibi bir oyuncuyu cilalaması ve başrol verdiği natalie portman'a kazandırdığı oscar da cabası... filmde beni en çok rahatsız eden tchaikovsky nin kuğu gölü balesi müziğinin baskınlığı filmde müzik portman'ın içinde bulunduğu duruma göre şiddetleniyor yada hafifliyordu, yani gerilimi tırmandırmak için başvurduğu bir unsur gibiydi yönetmen için bu müzik, tabi aronofsky'nin her filminde olduğu gibi mansell'inde imzası var müziklerde.... filmde kuğu gölü balesinin yönetmeni cassel başrol oyuncusunu değiştirmek istemektedir ve portman'da karar kılar, ancak cassel'in hem siyah hemde beyaz kuğuyu canladırabileceği yönünde endişeleri vardır.. portman başrolü almak için yarışan ve sonunda buna ulaşan bir balerin, annesinin de eski hırslı bir balerin oluşu ve portman 'ı bu oyun için hazırlarken annesinin kendi hayallerini ona yüklemesi portman'ı kendisinin de tanımadığı siyah yüzüyle karşılaşmasını sağlayacaktır. aslında yönetmenin diğer filmleri the wrestler ve requeim for a dream de olduğu gibi bu filmde de aile bağlarında ki yozlaşmaya değinmesi açısından benzerlik göstermesi bana acaba kendini tekrar mı ediyor dedirtse de yine sonu seyirciye bırakarak imzasını attığı filmle çıtayı yükseltip beklentiyi büyütüyor.

8 Mart 2012 Perşembe

Ölüme Sırtını Dönenler

Not: Bu yazı The Constant Gardener, Apocalypse Now ve The Assassination of Jesse James by the Robert Ford filmleriyle ilgili spoiler  içermektedir.

Bazı filmler vardır bir şekilde tanıdık gelir, yeniden uyarlanmış olabilir eskisini ya da yenisini izlemişsinizdir. Ya senaryolardaki klişelerden kaynaklanır ya da daha evvel değindim gibi bir selam ya da saygı duruşu niteliğinde bir göndermeden kaynaklanmış olabilir bu benzerlik.
Ben bu benzerliği yönetmenleri, senaristleri ve oyuncuları farklı üç film arasında görünce yazmaya değer buldum. Tabi bu benzerlikte izleyene göre görecelidir.

Filmler Arka Bahçe (The Constant Gardener), Kıyamet (Apocalypse Now), Korkak Robert Fort 'un Jesse James Suikasti (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) ilk bakışta birbirinden farklı üç film gibi görünselerde filmler finalde buluşuyor...


Marlon Brando'nun filmdeki görünüşü.
Öncelikle Kıyamet filmiyle başlamak isterim. Film Marlon Brando ile Francis Ford Coppola birlikteliğinin ikinci ürünü. Yapım ve gösterim aşamasında çok sıkıntı çekmiş, bu oldukça uzun bir metraja sahip olmasından olsa gerek, sonra filmin çekimlerine Martin Sheen'den önce Harvey Keitel'le başlandığı daha sonra anlaşmazlık yüzünden Martin Sheen'in oynadığı söylenir. Marlon Brando filmin sonunda kısa bir performansla yer alsa da hayranlarını mest etmeye yeter... 
Filmde Marlon Brando savaşta kendine özgü vahşi yöntemler kullanmanın doğal olduğunu savunan amerikan ordusuna başkaldırmış bir albaydır. Martin Sheen ise onun infaz edilmesi için görevlendirilmiş bir çavuştur. Martin Sheen bu görevi bir otel odasında kafayı sıyırmak üzereyken alır. Ayrıca otel odasında çok güzel birde sahne vardır, tavan vantilatörüne dalıp giderken helikopter pervanesine The Doors'un The End'i ile geçilir. Diğer filmlere olan benzerliğine gelecek olursak, filmde albay, bir savaş suçlusu olmasına rağmen, Martin Sheen onun hakkındakileri araştırdıkça ve ona ulaşmak için yaptığı yolculuğu esnasındaki tecrübeleri, onu sürekli gözünde yüceltmektedir. 
Nitekim finalde beni çok etkileyen repliklerden biri Marlon Brando tarafından sarfedilir. Martin Sheen için, "sen marketin hesap almak için gönderdiği çıraksın beni yargılayamazsın ancak hesabı alırsın der. " Finalde Albay yaşadığı bu kaçak hayata sırtını döner ve Martin Sheen hesabı keser.


Ralph Fiennes'in filmdeki görünüşü.
Arka Bahçe'ye gelicek olursak filme beni çeken Fernando Meireles ve Ralph Fiennes'in oluşuydu. Bu film ise büyük ilaç şirketlerinin afrikadaki savaşı ve açlığı fırsat bilip insanları araştırma aşamasındaki ilaçları denemek için kobay olarak kullanıldığının farkına varan, Rachel Weisz, insani yardım işleri ile uğraşan bunu ortaya çıkartabilmek için ihaneti bile göze almış bir idealisttir ve bu onun sonu olur. Kocası Ralph Fiennes ise bir diplomat olarak orda bulunmaktadır ve karısının ölümünü araştırmaya başlayınca onu ne kadar yalnız bıraktığının ve ölümünde pay sahibi olduğunun farkına varır . Onun kaldığı yerden araştırmaya başladıkça tehditler almaya başlar işi çözdüğünde ise yapabileceği pek bir şey olmadığını anlar karısının öldüğü yerde oda ölüme sırtını döner. 
Buradaki Ralph Fiennes tıpkı Albay Marlon Brando gibi dolaylı da olsa bir suçludur ve kendi ölümüne sırtını döner.

Filmden bir kare.
Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikasti'nde ise Jesse James rolündeki Brad Pitt kanun kaçaklarından oluşan bir çetenin lideridir, Robert Ford ise ona hayran olarak büyümüş ve onu öldürerek daha iyi olduğunu göstermek, kolay yoldan şöhret olmak niyetindedir. Bunu gerçekleştirebilmek için Jasse James'in çetesine katılarak ve ona yakınlaşarak amacına ulaşmaya çalışır. Jesse James tıpkı Kıyamet'teki Marlon Brando gibi suçlu olarak yaşamaktan ve kaçmaktan sıkılmış birlikte iş yaptığı kendini tanıyan ve ele verebilecek herkesi tek tek öldürmektedir. Her şeyden şüphe eder olmuştur ve artık bu durumdan bıkıp Robert Ford'un emeline ulaşması için oda ölüme sırtını döner, öyle ki belindeki silahı bile bırakır bunu yapabilmesi için. Hatta onun yapıp yapmadığı da kesin değildir. Çünkü odada Robert Ford'un ağabeyi de bulunmaktadır. Son olarak Robert Ford beklediği gibi bir üne kavuşamamıştır. Hatta Jesse James ne kadar bir suçlu olsa da halk tarafından sevildiği için, Robert Ford sevilmeyen bir adam olmuştur. Ve oda bu kötü şöhreti tıpkı kendi gibi biri yüzünden kaybeder. 
Bu filmde de çok güzel sahneler vardır hatta görsellik çok ön plandadır diyebilirim, benim favori sahnem trende tutuklu bulunan Jesse James'i kaçırmak için ormanın içinde rayları kapatarak bekledikleri sahnedir, karanlıklar içinden trenin ışıkları sisler içinde ağaçlar tarafından kesilerek ilerler.
Çok hoştur. İzlemek lazım, yönetmenin görsellik takıntısını anlamak için.

3 Mart 2012 Cumartesi

Kifayetsiz Boksörler Çöplüğü

Filmler arasında bazen selam, saygı duruşu ve göndermeler görülmektedir. Bu bazen bir sahne veya replik olurken bazen sadece isim benzerliğiyle olabiliyor. Kareleri arasında bir yönetmene ya da bir filme selam duran film, bazı konularda diğer filmlerden ayrı kıyaslanır.

Kimi zaman ise film içinde film izlenir ve o film de genelde yönetmenin hayranlık duyduğu birilerine aittir. Esaretin Bedeli'nde mahkumlar Rita Hayworth'un Gilda filmini izlemektedirler. Emir Kusturica ise Ak Kedi Kara Kedi filminin bir sahnesinde videodan geriye sardırıp tekrar tekrar Casablanca filmini izleyen bir karaktere yer vermektedir...

Bu filmler arasındaki göndermelerden kastım absürt çabuk tüketilen komedi filmlerinin yaptığı tiye almalar değil tabi..
Bazı filmler yeniden çevrildiğinde orjinal versiyonunda yer alan sanatçıya ufak bir rol vererek aslına bir teşekkür ediliyor...

Benim en çok hoşuma giden ise Raging Bull filminde On the Waterfront arasındadır. Raging Bull'da Robert de Niro'nun canlandırmış olduğu Jake LaMotta filmin finalinde kifayetsiz boksörler çöplüğünü boylamış -Marlon Brando'nun Rıhtımlar Üzerinde filminde kendisi için kullandığı tabirle- eski bir boksördür bar ve benzeri yerlerde sahneye çıkmaktadır ve finalde kulisin aynasına bakarak rıhtımlar üzerinde filmindeki Brando'nun abisiyle -Rod Steiger- bir arabanın arka koltuğundaki konuşmalarını prova ederken film biter...
Brando, filmde iş arkadaşının bilmeden de olsa patronları tarafından öldürülmesine yardımcı olmuştur. Ve vicdan azabı çekmektedir. Abisi patron tarafından Brando'nun kendilerine karşı tanıklık etmesini engellemek için yollanır.

Brando ile abisi arasındaki konuşmaların bir kısmı şöyledir:

Bahsi geçen sahneden bir kare

Abisi(Charley) - Kaç kilo geliyorsun boksör? 75 kilo olduğun zamanlar çok güzeldin.. Menajer olarak tuttuğumuz o hergele, Sana fazla yüklendi.
Brando(Terry) - Sorun o değildi. Sendin soyunma odama gelip, ufaklık bu gece senin gecen değil. Bütün paraları Wilson'a yatırdık, dedin hatırladın mı? O herif büyük şampiyonluk ünvanına kondu, ben kifayetsiz boksörler çöplüğünü boyladım.. Sen benim ağabeyimdin Charley beni kollamalıydın bana sahip çıkmalıydın ki bahis parası için şike yapmak zorunda kalmayayım.
Abisi(Charley) - Senin içinde bahis oynadım cebin para yüzü gördü..
Brando(Terry) - Derdimi anlamıyorsun, biraz havam olabilirdi. Mücadeleci, kişilik sahibi olabilirdim, serseri olacağıma! Doğruya doğru şimdi öyle değil miyim. Bunu sen yaptın Charley..
Abisi(Charley) - Onlara seni bulamadığımı söyleyeceğim kesin bana inanmayacaklar..

Bu sahne filmin unutulmazlar arasına girmesini Marlon Brando'ya da Oscar'ı getirmiştir.

Son olarak İsmail Hacıoğlu'nun oynadığı Çakal filmi ile Edward Norton'un oynadığı 25. Saat filminde de buna benzer bir sahne vardı tabi birebir de değil replikler, sonra bilinçli olarak yapılıp yapılmadığını bilemiyorum.

Edward Norton, restaurantın tuvaletinde aynaya bakarken etrafında nefret ettiği hayata kendinden geçmiş bir şekilde sayar..
Çakal'da ise İsmail Hacıoğlu, barın taburesinde oturduğu yerden içerdekilerin arasından geçerken (yönetmenin oyunuyla) sırayla içindekileri içinden sıralar...

Bu ve buna benzer göndermeler sinemada hoş karşılanırken, filmi olduğu gibi araklayanlar sinemaseverlerin gözünden kaçmaz ve afişe edilmekten kurtulamaz.