12 Aralık 2012 Çarşamba

Yeni Bir Başlangıç

Merhaba.
Uzunca bir aradan sonra tekrar -adam akıllı- yazmaya karar vermiş bulunuyorum.
Başlıkta da olduğu gibi, yeni bir başlangıçtır belki bu. Belki de hala çırpınış. Ya da her ne ise artık...

Buradayım!
Ve yazacağım...

Published with Blogger-droid v2.0.9

16 Haziran 2012 Cumartesi

boyle dostun varsa mezarını derin kaz ( danny boyle )

              takip ettiğim favori yönetmenlerimden danny boyle'un izlediğim filmleri arasındaki bazı paralellikler, ortak noktalar boyle ve filmleri hakkında  düşünmeme ve bu yazıya ilham kaynağı oldu. haliyle boyle'un izlemediğim, daha evvel izleyip hatırlayamadığım bölümleri olan filmlerini bir daha görmem gerekti.  bu farklı ve hoş bir deneyimdi doğrusu, çünkü daha önce izlemiş olduğunuz  filmleri yeniden bu gözle izlerken sanki bir ipucu yakalamak isteyen hafiye havasına giriyorsunuz. filmleri tekrardan gözden geçirmek daha evvel fark edemediğim  benzer yeni ayrıntılar keşfetmemi sağladı.

              izlediğim filmlerine boyle'un kendi yaşamından bir şeyler kattığını düşünerek, boyle için şunları söyleyebilirim. muhtemelen tren istasyonu yada yakını bir varoş semtinde büyüdüğünü... ailesinin ve kendisinin sıkı bir bilgi yarışması takipçisi olduğu... yine kendisinden bildiği veya yakın çevresinden gözlemleyebileceği bağımlı bir müptezelle tanıştığı... elektronik ve rock müziği seven...hayal ettiği yada gerçekten bir çanta dolusu parayla tanışıklığı olan... çok film izleyip üzerine konuşmayı seven....hayatı sürekli gergin ve stresli geçen... arkadaş, eş, sevgili,kardeş veya ailesinden büyük bir dost kazığı yemiş olsa gerek diye düşünüyorum. tabi başta da dediğim gibi bunların filmlerinde sık karşılaştığım detaylar olmasından yola çıkarak yaptığım bir varsayım olduğunu yinelemek isterim.

            genel olarak ise boyle için, tarzı ile sinemaya yön vermiş az öz ve bir çok türde film çekmiş, ancak tür ne olursa olsun, hatta romantik ve aile filmlerinde dahi alt bir tür olarak içinde gerilim eksik olmayan filmler yapmış diyebilirim. özellikle filmlerinde kullandığı müzik  ve müziği kullanış şekli benim için çok etkileyici diyebilirim. öyle ki boyle filmlerinin müdavimi iseniz artık hangi sahnede ne zaman nasıl bir parça geleceğini tahmin edebilirsiniz. bu durum tıpkı şartlı refleks gibi... boyle izleyenlerini öylesine alıştırıyor ki bu duruma beklenen an geldiğin de  kulak kesiliyorsunuz. yine filmlerinde sıkça karşılaşabileceğiniz bir durum bir çanta dolusu para bırakıp karakterleri  birbirine düşürmek ( bknz. shallow grave, trainspotting, millions)
       
            yönetmeni ayrıcalıklı kılan özelliklerinden biri de başarılı oyuncu tercihleri diyebilirim. boyle'da bir çok ünlü yönetmenin yaptığı gibi  kendi favori oyuncusuyla yola çıkıyor, bu isim ilk üç filminde başrolde olan ewan mcgregor, bu ismi sonraki filmlerinde göremiyoruz. ama yine iyi oyuncular boyle filmlerini süslemeye devam ediyor.  bir favori oyuncusu da robert carlyle onu da oldukça cilaladığını söyleyebilirim..  aslında yönetmenlerin  aynı oyuncuyla filmlerini çekmesi sinemada çok alışılageldik bir durum. bir çok ünlü yönetmen genelde aynı oyuncu ile çalışmışlardır. bu durum o oyuncu ile kendini daha iyi ifade edebildiğinden midir yoksa farklı sebepleri mi vardır bilmem ama, bana oldukça mantıklı geliyor. düşünsenize her seferinde farklı bir kişiye hemen hemen aynı şeyleri anlatmanın sıkıcılığını... benim hoşuma gittiğini söyleyebileceğim yönetmen oyuncu birlikteliklerine örnek vermek gerekirse , robert de niro- martin scorsese,.. akira kurosawa- toshiro mifune,. tim burton-johnny depp,.  bizim sinemamızdaki en güzel örneği  ise sanırım yavuz turgul-şener şen... ikilisidir diyebilirim.

           filmlerinde zamanı geri almayı ve hikayede geri dönüşler yaparak anlatmayı seven bir yönetmen boyle, ayrıca filmlerini filmin içinden bir sahneyi filmin açılışında kullanarak imzalayan bir yönetmendir ...

           yine filmlerinde başka filmlerden de bahsediyor boyle misal... 127 saatte, butch cassidy and the sundance kid filminden. izlemeyenler için çok iyi bir film olduğunu söyleyebilirim...  slumdog millionaire de yarışmadaki sorulardan birinin cevabı olarak bollywood filmi zanjeer' den ve onun yıldızından, yine slumdog millionaire de filmin sonunun bir çok bollywood filminde olduğu gibi dans ve müzikli finali ile bollywood filmlerine yaptığı saygı duruşu olarak nitelenebilir.  trainspotting deki sick boy karakterinin film boyunca filmlerden bahsediyor olması, ilk olarak bond serisinden sonrasında anlatmak istediği teoriyi yine filmler üzerinden örneklendirerek anlatmaktadır. burada ise gülün adı isimli filmi örnek olarak gösterir, ewan mcgregor'un canlandırdığı renton karakterinin ona cevaben bahsettiği film ise dokunulmazlardır. sick boy'un bu filmi kaale bile almam demesi üzerine renton' un filmin oscar ödüllü olduğunu hatırlatır  sick boy'un verdiği  cevap ise  ''o filmin bu ödülü almasının onun ne kadar b*ktan olduğunun bir ispatı olduğu ve bu ödülün böyle filmlere verilen bir teselli olduğu'' şeklindedir... bu görüş danny boyle'un oscar ödülleri hakkındaki düşüncelerini mi yansıtıyor yoksa bu replik sadece bu karakterle özdeşleştirdiği bir durum mu bilemedim... kazandığı oscar ödülünü almış bir yönetmen olduğuna göre cevap belli aslında....
 
         boyle'un filmografisi hakkında onun  dostluk ,aile, eş, arkadaş sevgili ve kardeş arasındaki ilişkilere bakışından yola çıkarak kısa kısa bir şeyler daha yazmak isterim....
         shallow grave de.... üç sözde arkadaşla, kendilerine oda arkadaşı seçerken, oda için gelen adaylarla eğlenirken tanışıyoruz. bu durum hepsinin gizemli ve paralı olduğuna inandıkları bir adamla son buluyor. bir gün bu adamı odasında bir çanta dolusu parayla ölü olarak bulmaları işlerin seyrini değiştiriyor. işin içine para girmesiyle karakterlerin gerçek yüzleriyle tanışma fırsatı buluyoruz , en kuzu gibi karakterin bile zora geldiğinde nasıl bir hal aldığını görebileceğiniz bir film sığ mezar...

         trainspotting,  uyuşturucu bağımlısı ve yine onlarla takılan bir kaç sözde arkadaştan bahsediyor bu filmde boyle... sözde arkadaş diyorum  çünkü film içerisinde bunu defalarca vurguluyor yönetmen , yanlarındaki bebeğin akıbetini umursamamaları,  karakterlerden renton'un arkadaşının sevgilisiyle olan özel videosunu alarak izlemesi ve bu kaybolan video yüzünden sevgilisiyle arası bozulmasına rağmen arkadaşının durumuna seyirci kalması ve akabinde bu arkadaşının ilk uyuşturucu deneyimine kendi menfaati için göz yumarak onunda bir bağımlı olmasına müsaade eden bu sözde arkadaşlık seyirciyi mutlak sona hazırlıyor..   filmin en iyi sahnelerinden biri ewan mcgregor'un canlandırdığı renton karakterinin klozete dalış yaptığı sahnedir diyebilirim. bu bir bağımlının uyuşturucu ile oluşturduğu  fantastik dünyasına, onun gözüyle baktığımız sahnelerden biri  ... aslında boyle'un böyle pis sahneleri de sevdiğini söyleyebiliriz. (bknz, slumdog millionaire'de hela çukuruna dalış, 127 saatte kendi idrarı ile susuzluk giderme)

         a life less ordinary, boyle'un bu filmde ise farklı bir tarz denediğini görüyoruz . romantik ve fantastik bir komedi filmi,  işten atılan genç ve rehin aldığı patronun kızı klişesini farklı ve fantastik kılan onları bir araya getirmeye çalışan melekler... adamın işten atılması ile kız arkadaşının onu bir başkası için terk ettiğini açıklamasının eş zamanlı oluşu onu böyle bir şeyi yapmaya cesaretlendirmiştir aslında ...

        the beach, filmde macera heyecan arayışındaki esas oğlanımızın yolu dilden dile dolaşan efsane adaya düşüyor, buraya yolculuğu sırasında tanıştığı bir çiftle geliyor. esas oğlanı oynayan leonardo dicaprio ilk iş olarak yol arkadaşının sevgilisini ayartıp onların ayrılmasına sebep oluyor... ve ada halkı ile olan tanışıklıklarından sonra , buradaki gizliliğin korunması için yapılanlara şahit oluyoruz. öncelikle diş ağrısı çeken bir arkadaşlarının doktora gitme isteği kabul edilmeyip ilkel yöntemlerle bertaraf ediliyor.. bu aslında masum bir alıştırma gibi ... çünkü daha sonra  köpek balığı saldırısına uğrayan arkadaşlarını da adadan haberdar olunmaması uğruna, tedaviye götürmek yerine önce kendi haline bırakıp, sonrasında onun gözleri önünde oluşunun ada sakinleri üzerinde vicdan azabı  ve dolayısıyla keyiflerini kaçırmasından adanın ıssız bir yerine götürülüp bırakılıyor.

  
        28 days later,   boyle bu filmde korku türüne el atıyor. yayılan bir virüsle kıyamete uyanılan bir dünyadayız bu filmde...  ana karakter bir ameliyat geçirmiş ve uyandığında hiç bir şeyden habersiz boş sokaklara çıkıyor. ilk karşılaştığı  insanlardan ve onun virüslüler den korunarak hayatta kalmasını sağlayan kızla, bir baba kızın evine yolları düşüyor ..  onlarla tanışıp onların kendilerine ihtiyaçları olduğunu söyleyen  adamımız kızdan onların kendilerini yavaşlatacaklarından, onları kendilerine ayak bağı etmemeleri gerektiği cevabını alır. aynı zamanda virüs bulaşmışlara yakalanmamak için engel olabilecek her şeyi geride bırakacağını söyler. bu arada baba ve kızın birbirine olan sevgilerinin onların hayata tutunmalarını sağlayacak bir bağ olduğu esas oğlan ve kızımızın  gözünden kaçmaz. nitekim baba ve kızı da yanlarına alarak kurtuluş umudu bağladıkları bir askeri kampa doğru yol alırlar. vardıkları kampta ilk dikkati çeken askerlerin disiplinden yoksun düzensiz bir birlik olduğu hatta virüs kapan bir arkadaşlarını bağlayıp virüsten ne şekilde etkilendiğini gözlemlemeleri onların nasıl bir kafada olduklarının en iyi göstergesiydi.. askerlerin asıl amacının kadınlarla birlikte olmak olduğu ortaya çıktığında , aralarında bir duygusal ilişki yeşeren esas oğlan ve kızımızdan erkeğin bu durum karşısındaki tepkisi tıpkı shallow grave' deki pısırık karakterin işlerin rengi belli olduğunda verdiği türden , sizin anlayacağınız adamımız bir birlik silahlı askere meydan okuyor. tabi şu bağladıkları virüslü arkadaşlarını da onlara karşı kullanarak...      bu filmin sonrasında çekilen 28 hafta filmini boyle çekmemiş, ama yapımcı olarak yer almış. zaten boyle'un  bu filmi   28 gün, hafta, ay, yıl,asır diye bir seriye çevirmesini istemezdim.

        millions, yine farklı bir tür deniyor bu filmde yönetmenimiz, bu sefer bir aile filmi ile karşımıza çıkıyor danny boyle.... anneleri ölmüş iki erkek kardeşten küçük olanın bir çanta para bulması,  büyük olanın paradan babalarına bahsetmemeleri gerektiğini söylediği kardeşiyle parayı iyi bir şekilde harcamaya çalışmalarını seyrediyoruz .. paranın peşinde , parayı çalanların olması aynı zamanda kısa bir süre sonra paraların tedavülden kalkacak olmasından bu iki kafadarın işi hiçte kolay değildir anlayacağınız. büyük kardeş  parayla kendi çetesini kurma yolunda ilerlerken, küçük olan sanırım biraz da annesinin etkisinde kalarak azizlere olan inancı ile parayı fakirlere yardım etmek için kullanmaya çalışır ve paranın varlığının her ortaya çıkacağında abisinin bir cin fikriyle kurtulduklarını görüyoruz, artık işler yoldan çıkmaya başladığında babanın haberi oluyor paradan sonuç olarak son bir gayretle paraları yenilemeye çalışıyorlar ,tabi bu arada paranın peşindeki hırsızlarda boş durmuyor ve küçük velet ailesinin tehlikede olduğunu hissettiği anda parayı  ailesine zarar gelmesin diye paraları yakıyor.
         
            sunshine,  ve bilim kurgu diyor boyle... yıl bilmem kaç dünya yine kıyamete doğru ilerlemektedir. kahramanlarımız bir uzay gemisine binip güneşe gidiyorlar, yanlış duymadınız güneşe kulağa farklı geliyor değil mi nede olsa danny boyle işi bu film ... güneş dünyaya küsmüş sönmeye yüz tutmuştur. yaşam kaynağımız güneşi yeniden harekete geçirmektir görev... bu ekibin komutanı tam boyle filmlerinde görmeye alışık olduğumuz türden ... gün gelip kendini feda etmesi gerekirken ve hayatta kalması gereken uzman personel belli iken , kendini düşünerek  tüm dünyadaki yaşamın sona erecek olmasına rağmen  hayatta kalmayı seçiyor.

            slumdog millionaire, ve sonunda onca filmden sonra boyle oscarları bu filmde toplamayı başarıyor.
boyle bu filmde büyük bir kurnazlık yapıp tüm dünyada popüler olan bir bilgi yarışması üzerine atıyor filminin temellerini... sefil bir hayat süren iki kardeşten büyük olanın jamal'ın sevdiği kıza göz koyması ile yolları ayrılıyor. ancak kızı seven jamal kızı hiç unutmuyor ve ulaşabilmek için bu yarışmaya katılıyor. ne tesadüftür ki jamal'ın karşısına çıkan soruların cevapları tüm hayatı boyunca unutamayacağı anılardır. ve jamal'ın bu başarısının altında bir hile olduğu sanılıyor ve sorguya alınıyor ... sonrasında yarışmaya devam ediliyor sunucunun çocuğun başarısını çekemediğini ve onu yanlışa yönlendirdiğini de görüyoruz buna rağmen
 jamal yaşadığı zorlu hayat tecrübesi ve abisin den bile kazık yemiş biri olması bu durumu fark etmesi için bir şanstır. son soruya kadar gelir ve amacına yani sevdiği kıza ulaşır..


          127 hours,  yalnız takılmayı seven bir maceracının hikayesine tanık olduğumuz film....bencilliğinin farkına varabilmesi için kaderin onu sürüklediği kayaların arasında kolunu sıkıştırması lazımmış bizim maceracımızın....  filmin başında sonraları çok ihtiyaç duyacağı bir çok şeyi görmezden gelişini , boşa akan suyu kaliteli çakıyı kameradan gözümüze sokuyor boyle, tıpkı değerini bu şekilde tek başına kaldığında anlayabileceği yakınları gibi  ..  annesinin telefonlarına bakmayan , kız kardeşinin düğününe katılmayan, iş arkadaşlarını umursamayan bu adamın bu kayaların arasından bir kolu olmadan ama hiç bir şeyden vazgeçmemiş biri olarak çıktığını görüyoruz.  bu filmde ayrıca ilk kolunu kayanın altına sıkıştırdığı sahnede kafasını havaya kaldırıp gökyüzünde gördüğü uçakların uçuşuyla, 28 gün sonra daki  esas oğlanımızın ölümden kurtulduğu sahnede kafasını kaldırıp gökyüzünde bir uçak görüp yaşamın sürdüğünü fark ettiği sahne de büyük benzerlik taşıyor ve sanki gönderme gibiydi yada farklı filmlerde anlatmak istediklerini aynı karelerle anlatmayı seviyor diyebiliriz boyle için ....
       
         gösterime 2013 te girecek yeni filmi trance'in diğer filmleri arasında nasıl bir yer tutacağını ve onlardan nasıl etkilendiğini  merak ediyorum şimdiden. filmde vincent cassel'in de yer alması benim için filmi ayrıca izleme listesine alma sebebi...  filmde gerilimin ve müziğin  boyle büyük bir sürpriz yapmazsa aynı kalacağını tahmin ediyorum .

26 Mayıs 2012 Cumartesi

kan ve bal ülkesinde

        In the land of blood and honey türkiye'de gösterime girdiği adıyla kan ve aşk angelina jolie'nin yazıp yönettiği a place in time isimli belgeselden sonraki ilk filmi... film 2011 tarihli bir yapım olmasına rağmen  türkiye'de yeni vizyona girmiş. genelde sinemada film seyretmeyi tercih etmeyen biri olarak gittiğim a.v.m nin sinemasında bu filmin en küçük salona itilmesi normal herhalde haklı olarak diğer seyirci çeken eğlencelikler varken... ama bu filme talebin az olması ciddiyetsiz bir ortam oluşmasına sebep değil filmin başındaki adamın insanları çileden çıkarması, sinema salonlarına küstürülmek bu şekilde oluyor demek bu travmadan sonra ne zaman sinemaya giderim artık bilmiyorum.   
             filme gelecek olursak, birbirini yeni tanımaya başlayan iki sevgili ekseninde dönen bir film diyebilirim birbirlerini yeni tanıdıklarını filmin içinde, yüzbaşı rolünde ki danijel'in sevgilisine daha önce ne iş yaptığını sormamıştım demesine  ve sevgilisi ayla'nın buluşmaya gitmeden önceki heyecanına yoruyorum.filmin hemen başında savaştan önce bosna'nın bir çok etnik kökenden insanın birlikte yaşadığı bir yer olduğundan bahsedilmesi ve iki sevgilinin buluştuğu yerdeki patlamayla filmin çehresi değişiyor bir anda. o ana kadar polis olduğu anlaşılan danijel bir sırp ve babası da sırp ordusunun başındaki bir general olduğundan danijel'in savaştaki yeri belli oluyor.
       müslüman ayla ise birlikte yaşadığı kız kardeşiyle sırplar tarafından evlerinden çıkarılması askerler tarafından seçilirken daha ilk andan niyetleri belli eden bir sistem göze çarpıyor pazardan bir şey seçercesine ayırt edilişleri, ve sonrasında kamplarda ilk andan yemek yapmaları ve cinsel ihtiyaçlarını karşılamarı için kullanılacak olduklarını askerler tarafından izah edilirken danijel ve ayla burada karşılaşmaları ve bu birliğin komutanı olan danijel'in diğer askerleri uyararak ona dokunulmamasını istediğini görüyoruz.
       danijel ve babasının ilk karşılaşmasında  babası ile arasında geçen konuşmalarda danijel'in tanıdık yüzlerle karşılaştığını ifade etmesi bu durumun onun için zor olduğunu ifade etmeye çalışması bu durumun babası tarafından çok açık bir dille ona karşı içinde şüphe oluştuğunu belirtmesi ile son buluyor. danijel ve aylanın kamptaki birliktelikleri danijel'in birlik üzerinde çok fazla etkin olmadığı bir dönem olması ve onu daha fazla koruyamayacağını kendisi ile ayrı düşeceklerini, kaçması gerektiğini ve nasıl kaçabileceğini söylemesi ile bir süre ayrı düşerler..
        ilk anda ayla kaçmak istemese de daha sonra cesaretini toplayıp kaçmaya çalıştığında da yakalanarak kötü bir kaçış tecrübesi ile son buluyor. daha sonrasında askerler tarafından diğer esir kadınlardan bazıları ile birlikte canlı kalkan olarak sırplar tarafından direnişçilere karşı kendi kanlarından olanlara zarar veremeyişinden faydalanarak onları direnişçileri sığındıkları yerde ateşe verebilecek kadar sokulmaları için  kullanmaları, yaşlı bazı esir kadınların eğlenmek için soyundurulmalarına şahit olması, kamptaki arkadaşlarından birisinin uğradığı şiddet ve tacizin üzerindeki izlerinden dolayı eşinin onun bu durumunu görmemesini istemesinden dolayı onu bir daha görmek istemediğini söylemesi gibi yaşadığı olaylar üzerine ayla yeniden kamptan kaçmaya karar verir ve bu sefer başarılı da olur kamptan kaçtığında kardeşine ulaşır o ise aylanın yokluğunda çocuğunun ölümüyle yıkılmış bir haldedir . kardeşine ulaşmasını sağlayan direnişçiler ve kardeşiyle birlikte oturduklarında daha evvel danijel'e ressam olduğunu söylemesi ve bir resminin belediye binasında asılı olduğunu söylemiş olması hatırlanır bu sahnede... direnişçilerden birinin dürbünden seyrederken ayla'nın ablasının resminin danijel'in odasında asılı olduğundan bahsetmesi danijel'in ayla olan aşkı bosnalı direnişçileri heyecanlandırır. bu sırada geçen diyaloglarda direnişçilerin danijel'in babasından bile daha zorba olduğunu söylemeleri ayla'yı kastederek içerde bir adamları olsa işlerinin daha kolay olacaklarını söylemeleri,sonrasında ayla'yı ablasıyla buluşturan direnişçinin yakalanması ve sorgusu sırasında danijel'in odasındaki resme bakarak yapanı  tanıdığını söylemesi birlik üzerindeki etkisi artan danijel'i, ayla ile kavuşmak için cesaretlendirmiştir. askerlere aylanın getirilmesini emreder ve ayla getirilip gözetim altındaki bir odaya yerleştirilir. danijel'le karşılaştıklarında ayla kendisinin esir mi olduğunu sorması üzerine danijel eğer kendi isteğinle benim yanımdaysan esir sayılmazsın diye cevap verir. danijel'in istese eğlenebileceği bir çok kadın varken sadece ayla ile olması babasının kulağına gider ve bunun üzerine babası aylanın kapalı tutulduğu yere gelir ve kıza kendince haklı sebeplerden bahsederek neden böyle bir etnik savaşın içinde olduklarından bahseder bunun üzerine ayla dedesinin bir partizan olduğunu ve hırvat sırp ve müslümanların aynı olduğunu öğrenerek büyüdüğünden bahseder buna aldırış etmeyen baba bu arada portresini yapan ayla'yı odada tek bırakıp çıkarken odaya giren  bir asker aylaya tecavüz eder. danijel döndüğünde bu durumla karşılaştığın da aylanın ona bunu babasının yaptığını söylemesi ve babasının yarım kalan portresi ile yüz  yüze gelen danijel soluğu babasının makamında alır ve babası tarafından o kızdan kurtulması gerektiği ve onun ihanetinin kaçınılmaz olduğu tenkiti ile geri dönmek zorunda kalır.... 
 bu durum danijel'i derinden etkilemiş ve ikilemde kalmasına sebep olmuştur onu kapatarak onu açık bir hedef yapmıştır aslında, ayla da durumundan şikayetçidir nede olsa aynı kandan geldiği insanların katiliyle birliktedir. danijel'in döndüğünde aralarında geçen konuşmada danijel aylaya keşke bir sırp olsaydın der bunun üzerine ayla kimsenin doğarken hangi ırktan olacağına karar veremediğini söyler.
           danijel'in filmdeki silahın dürbününden baktığı her sahnede onun için bunun ne kadar zor olduğu yansıtılmak istenmiş gibi, danijel babasıyla ve arkadaşlarıyla yaptığı konuşmalardan da aşina olduğumuz üzere  aynı okula gittiğim, beraber büyüdüğüm dediği insanlara ateş etmesinin hiçte kolay olmaması, yine bir sahnede birlikteki arkadaşlarından birinin ona eşinin hamile olduğu haberi aldığını ve bu savaşın çocuğunun doğmadan bitip bitmeyeceğini sorması ve bunu çocuklarımız savaşmasın diye yapıyoruz değil mi demesi üzerine sessiz kalması aslında kendilerini nasılda kandırdıkları gerçeğiyle yüzleşmesini ve anlamsız bir savaşta olduğunu anlatan bir ifade den ibaretti.   
          son bölümde gezmeye çıktıklarında danijel'in ayla'ya yeniden cepheye gitmesi gerektiğini  kiliselerde kalacaklarından orada güvende olacaklarından çünkü oraya saldırmaları durumunda onları haklı çıkartacaklarından bahseder,ayrıca iyi olup olmadığını anlaması için aşçıya ona yemek vermemesi haberi göndereceğini söylemesi üzerine ayla aç kaldığıma sevineceğim der... bu sırada dışarıdayken bir haber gelir danijel'in acilen gitmesi gerekir ve ayla tek başına döner. danijel ve birliğine kilise de saldırılınca kurtulan danijel olay yerinde ayla'nın yaptığı resimden tanıdığı ayla'nın kardeşini görür ve yerlerini aylanın bildirdiğini anlayan danijel öfkenin ve ihanete uğramışlığın acısıyla gider ve aylayı öldürür .  aslında bunu yapabilmesi için ancak böyle bir şey oluşması gereklidir zaten bunu yaptıktan sonra danijel yıkılışını ve ayla'ya aşkını daha iyi anlayabiliyoruz. her şeye rağmen ondan vazgeçmeyişini ona olan sevgisinin ikisini de zamanla nasıl bir duruma düşürdüğünü filmde izlemek mümkün.... 
           film verdiği bilgilerle de taşıdığı sorumluluğun farkında avrupanın 2. dünya savaşından sonra gördüğü en büyük katliam olduğu , bm ve özellikle abd'nin bizim orada ne işimiz var diyerek olanlara seyirci kalışına yaptığı vurgu ve bunun amerikalı bir insan tarafından yapılması, cinsel suçların bu savaştan sonra savaş suçu kapsamına alındığına değinilmesi....  kadınların maruz kaldığı cinsel şiddet ancak bir kadın hassasiyeti ile anlatılabilirdi, yönetmenlerin erkek egemen dünyasında bunu yapacak kadın sayısı yok denecek kadar az tam burada angelina jolie ortaya çıkıp kendine düşeni yapıyor ve böyle bir filmle yola çıkıyor. hikayeyi her ne kadar aşırdığı söylense de benim için böylesi iyi bir yolda kullanacaksa varsın çalsın. filmde bu savaşta ölenlerin çocuklarına oyuncu olarak yer verildiği söyleniyor. sonuç olarak bir çok yönetmenin yaptığı ilk filme bakarsanız genelde vasat filmler göreceksiniz bence angelina ilk film için başarılı bir başlangıç yapmış tam da kendi misyonuna yakışır bir konu seçmiş ne diyelim sinema yeni bir kadın yönetmen, yeni bir kadın gözü kazanmıştır umarım...

6 Nisan 2012 Cuma

bir film izledim, hayatım değişti ( the shawshank redemption )

    the shawshank redemption'ı izleyene kadar benim için filmler, sadece güzel vakit geçirmek için bir araçtı. zaten bu filmi izleyene kadar genelde komedi ve aksiyon filmlerinin dışında pek film izlediğimi söyleyemem. konusu, kurgusu ve etkileyici finali ile izleyen herkesi hayran bırakan bu film birbirinden bağımsız yapılan tüm anket ve listelerde zirvede yer almaktadır.
     peki hayatımı nasıl mı değiştirdi bu film?..  vermiş olduğu mesajlardan  hayatıma yön veren bir çıkarım değil,  daha ziyade filmden almış olduğum keyif...  bu filmden sonra içimde bir film izleme arzusu oluştu.  aynı keyfi yakalayabilmek ve aynı kalitede başka filmler de var mı acaba diyerek izlediğim filmler, bende  film izlemeyi bir tutku haline getirdi. filmlere erişebilecek platformlar,internet, televizyon kanalları, dvd'ler şuan ki kadar  yaygın da değildi.  
     filmlerde izlediğim oyuncular, yönetmenler, senaristler zamanla takip edeceğim yelpazeyi genişletti. bunlarla ilgili denk geldiğim haberleri takip etmeye başladım.  zamanla izlediğim filmlerde ki oyuncuların benim için tanıdık yüzler olmaya başlamasıyla bu daha güzel bir hal aldı benim için. izlediğim filmlerde farklı ülkeler görüyor farklı kültürle tanışıyordum.sonraları daha önce izlediğim filmler daha güzel ve katlanılabilir gelmeye başladı. izlediğim bilgi yarışmalarında filmlerle ilgili çıkan soruları bilmek ise ayrı bir keyif...  arkadaş sohbetlerinin dönüp dolaşıp filmlere gelmesinin de sebebi olmuştum artık. belki de bu durum kitap okumaya üşenen tembel birisi olduğumdan benim için bir alternatif olmuştu, entelektüel açlığımı bu şekilde gideriyordum artık...
   kısaca the shawshank redemption bizde ki ismi ile esaretin bedeli benim için bir milat oldu bu filmden öncesi ve sonrası diye...  eminim filmlerle pek haşır neşir olmayan biri de bu filmi izlediğin de etkilenecektir, ancak benim ki gibi olur mu bilmem...

26 Mart 2012 Pazartesi

War Horse ve Byerley Türk

spielberg'in son filmi savaş atı, çiftlikte çalışması için alınan war horse'un ailenin oğlu albert' in verdiği isimle joey, savaş çıkması yüzünden maddi sıkıntı içerisindeki babası tarafından bir süvariye satılır. sahibi cephede ölünce bir çok insanın hayatına giren ve unutulmayacak izler bırakan joey ve albert'in hikayesi izlemeye değer... filmin anlatmak istediği çok şey var. albert'in ata saban çekmesi için verdiği eğitimin, öğrendiğimiz bir şeye ne zaman ihtiyaç duyacağımızı ne zaman işimize yarayacağını , her şey için hazırlıklı daima güçlü olmamız gerektiğini güzel ifade ediyor. war horse bir çok etkileyici sahne barındırıyor, iki tarafın ateşi arasındaki ara bölge diye adlandırılan canlı kimsenin kalmaması ile meşhur ara bölge de dikenli tellere takıldığı halde kurtulmaya çabalayan atı fark eden askerlerden biri buna kayıtsız kalmayıp komutanının karşı çıkmasına rağmen yardım etmek için atın yanına gider vardığında ise düşman hattından bir askerin de yardım için geldiğini görür, bu iki askerin yardım etmesiyle joey kurtarılır. yine bu sahnede askerlerin atı hangisinin alacağını belirlemek için buldukları yöntem savaşın her iki tarafı da memnun etmediğini ayrıca savaşın anlamsızlığını, herkese bir şeyler kaybettirdiğini filmin genelinde olduğu gibi çok iyi vurguluyor. savaş sahnelerinin birinde yönetmenin er ryan'ı kurtarmak filminde olduğu gibi makineli tüfek mevzisine yapılan saldırının bir benzeri mevcut... albert ve joey finalde buluşması ise filmin bence en güzel sahnesi.... war horse gibi bir çok filme ilham kaynağı olan atlar western ve tarihi savaş filmlerinin de vazgeçilmez parçasıdır . günümüz filmlerinde ise bu filmlerde olduğu kadar kendilerine yer bulamazlar. bu durum hayatımız da iş ve binek hayvanı olarak kullandığımız atların teknolojinin gelişimi yerlerini makineler ve motorlu diğer taşıtlara bırakmasıdır. atı günümüzde daha çok geçmiş de daha sembolik ve küçük çapta yapılan kralların sporu ve asaletin simgesi yarışlarda atlı sporlarda görmekteyiz. hal böyle olunca artık filmlerde bir yarış atının hikayesini anlatan veya at yarışı sahnelerinin olduğu filmler görmekteyiz. ne de olsa iyi bir atın milyonlar ettiği, at yetiştiriciliği yapan bir ülke olan irlandanın ekonomisinin büyük bir bölümünü oluşturması amerika ve ingiltere deki durumun da aynı oluşu at yarışlarının son zamanlar daki gelişimi yetiştiricilik, antrenörlük ve jokeylik gibi profesyonel meslek gruplarının oluşmasına , son teknolojinin kullanıldığı bir sektör haline gelmesinde payı büyük. bunu neredeyse bir asır evvel '' at yarışları modern toplumlar için sosyal bir ihtiyaçtır.'' sözü ile öngören atamızı anlamamışız demek ki bu konuda da oldukça geride kaldık... devlet halen yanlışından dönmüş değil dünya yarışçılığında kabul gören tek ırk olan ingiliz atı yerine dünyada sembolik bir yeri olan arap atı yetiştiriciliğini bizzat kendisi yapmaya devam ediyor... sinemada at ve at yarışları ilgili bir çok film çekilmiştir. bunların en iyi örneklerin den biri seabiscuit'tir film de jeff bridges ve tobey maguire şampiyon bir yarış atının nasıl ortaya çıktığını gösteriyorlar... yine secreteriat ismli atı anlatan filmde ise babası ölünce borçları olan bir çiftliği kurtarmak için satmak yerine atları koşmayı deneyen bir kadını ve onun şampiyonunu anlatıyor... hidalgo isimli film ise çölde düzenlenen geleneksel yarışlara katılan hidalgo ve binicisi viggo mortensen'in yaşadığı zorlukları anlatıyor....kurt russel ve dakota fanning başrolünde olduğu hayalperest te ise patronuyla anlaşmazlığa düşen russel öldürülmek üzere olan sakat atı alacaklarına karşılık alır ve onu kızıyla tedavi etmeye çalışır... robert redford'un yönetip oynadığı atlara fısıldayan adamda, kızı atıyla kaza geçirmiş bir kadına yardımcı olmaya çalışan bir adam ve atla kızın kader bağı anlatılıyor... yine daha küçük bir kız iken rol aldığı national velvet filminde elizabeth taylor'u görüyoruz. elizabeth sahipsiz yabani bir at bulur ve onu engelli yarışlara hazırlar. at tüm yöre halkının kahramanı olur.... bazı filmlere ise sadece bir sahne ile dahil olan atlar anlatılmak istenen konunun vurgulanmasında çok önemli bir rol oynar... örneğin audrey hepburn başrolünde oynadığı my fair lady isimli müzikal filmde hepburn taşralı çiçekçi bir kızdır. soylu bir dil eğitmeni ile yolları kesişen hepburn'un hayatı eğitmenin onu sadece soyluların katıldığı bir baloda fark edilmeden onlar gibi davranabileceği üzerine arkadaşıyla bahse girmesi üzerine değişir. ilk prova için seçilen mekan ise ingilizler için bir asalet sembolü olan at yarışlarının yapıldığı hipodrom olur. bu filmi izledikten yıllar sonra televizyonda bir bölümüne denk geldiğim gönülçelen isimli dizi ile göstermiş olduğu benzerlik beni hayrete düşürdü... bizim dizilerde bunun gibi durumlarla karşılaşmak aslında şaşırtıcı değilde aradaki zaman farkı beni şaşırttı. bu konuya değinmişken bizim diziciler yine aynı şekilde robert de niro'nun başrolünde olduğu everybodys fine isimli filmi resmen kopyala yapıştır yaptıklarını gün akşam oldu dizisinde farkettim. neyse ki bu durum utanmış olmalılar demek ki fazla uzun sürmedi ve dizi bir kaç bölüm sonra sona erdi. özellikle araştırdım senaryoya kendi isimlerini yazmışlar ne yazdıysalar artık.. hadi bunları anladım dizi felan.. ya plajda isimli filme ne demeli.. bazıları sıcak sever filminin nerdeyse birebir aynısı bunun ortaya çıkacağını hiç düşünmüyorlar mı? sanki başka bir evrende yaşıyorlar. hadi böyle bir şey yaptın bari telifini öde yada yeniden uyarlanma olduğunu belirt... neyse konuyu dağıttım devam edeyim, yine robert de niro'nun oynayıp yönettiği bronx tale isimli filmde mafya babası olan sonny ve yanında takılan calegero isimli çocuğun hikayesini anlatan filmin bir sahnesinde, birlikte gittikleri hipodromda koşulan bir yarışı izlerken sonny oynadıkları ata lapa eddie' nin de oynadığını ve o at için bağırdığını farkedince oynadığı biletleri yırtıp atar oysa yarışın bitmesine az bir mesafe kalmıştır ve oynadıkları at öndedir, calegero'nun bunu neden yaptığını anlaması fazla sürmez çünkü eddie, lapa lakabını denediği her şans oyununda kaybetmiş biri olduğu ve bulaştığı her oyunu lapaya çeviren anlamına gelen bu lakabı almıştır. sonny, eddie bu ata oynamışsa bu at gelmez diye açıklar durumu nitekim de öyle olur at bitiş çizgisine yakın resmen durur ve yarışı kaybeder. benzer bir sahnede şanssızlığı vurgulamak amacıyla şanslı slevin filmin de kullanılmıştır, bu filmde ise at devrilir.... shooting fish filminde ise birlikte büyüyen iki arkadaşın ideallerine ulaşabilmek için her yolu denediğini görürüz son olarak bir yarış atı alarak yarışlarda koşturmayı dahi denerler.... halkın at yarışlarına olan ön yargısını ve at yarışlarının kötü şöhretini anlamak için ise en güzel örnek philip seymour hoffman başrolünde yer aldığı owning mahowny filmidir. öncelikle hoffman' ın bu performansı kesinlikle görülmeye değer.. filmde bir kumar bağımlısı bankacı olan hoffman kumarın her türlüsünü denemektedir. buna at yarışları üzerine oynananan bahisler de dahil.... işte bu tarz kumar bağımlılarının ve recep ivedik gibi at yarışlarını izlerken kendini kaybedenlerin düştüğü durumlar halkın belleğine yerleşir, yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere benim gibi en az sinema kadar at yarışlarını seven birinin toplum içinde yarışlarla ilgilendiğini ifade ederken belki de içgüdüsel olarak rahatsızlık duymasına sebep olur ... bu konuya sinema üzerinden değinebileceğim bu yazıyı yazana kadar hiç aklıma gelmemişti.... atı sinemamız da çok iyi kullanabildiğimiz söylenemez dünyada birçok filme konu olan at, üzerinden anlatılmak istenen bir çok konuya yardımcı bir unsurken biz onu daha çok komedi ve eğlence malzemesi olarak kullanmışız. kemal sunal'ın atla gel şaban filmi ilk akla gelen , ilyas salman'ın eski bir jokeyi canlandırdığı afacan filmi, son dönem filmlerinde şafak sezer'in kutsal damacanasında ki altılıcı fikret karakteri, recep ivedik filmlerinden birinde ise ivedikin yarış seyrederken kendini kaybeden profili , ismail hacıoğlu'nun başrolünde oynadığı çakalda yasadışı altılı oynatan bir yerde çalışan hacıoğlu'nun birahane de hayatını sorgularken, gördüğü yalnız başına altılı üzerine çalışan birine içinden geçirdikleri.., en son yaşamın kıyısında filminin bir sahnesin de oğluyla tüyo alıp yarışlara giden tuncel kurtiz'in oyun tutturduğundaki mutluluk da sürpriz sahnelerdi benim için... başrolünde cüneyt arkın'ın olduğu köroğlu ise güzel bir at hikayesi, zaten cüneyt arkın at binmede ki yeteneği sayesinde tarihi kahramanlık filmlerinin değişilmez oyuncusudur.film kendisi için bir at seçmesini istediği seyisin getirdiği atı beğenmeyen bolu beyi hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlar bu filmde...miadını doldurmuş bu film gibi bir çok efsaneye sahip at sırtında ömürlerini tüketen atalarımızın olduğu bu topraklarda neden iyi at odaklı bir film yapılmaz anlamış değilim... tarihimizde en dikkat çekici hikayeye sahip olan atlardan biri byerley türk 'dür gerçek ismi azaraks yani ateşin oğlu olan bu at yıllarca osmanlı ordusu ile savaşlara katılmıştır.. viyana kuşatmasın da seyisi ile birlikte esir düşmüş ,yüzbaşı robert byerley tarafından alınıp ingiltere ye götürülür ve byerley türk ismiyle tanınmaya başlar... byerley türk yeni sahibi ile de savaşlara katılmaya devam etmiş. savaş sonrası ise şimdilerde bir çok atın emekli olduğu yaşlarda yarışlara katılmaya başlamış ve başarısı dikkat çekmiştir. yetiştiriciler byerley türk için aygırlık isteğinde bulunmaya başlamış,safkan ingiliz yarış atı ırkının oluşmasını sağlayan üç isimden biri olmuştur. bir dönem ülkemizde de bulunup at almış olan jeremy james byerley türk hakkında türk atı isimli bir kitap hazırlayıp piyasaya sürmüştür. kitap , osmanlı'nın gerileme dönemine girdiği zamanlarda avrupa da yükselen bir türk ismi olarak karşımıza çıkan byerley türk'ü anlatıyor. böyle bir at türk soyundan değilde başka bir soydan gelmiş olsa adına belgeseller, kitaplar ve filmler sıralanırdı elbet maalesef türk atı.... ulusal kahraman ilan edilecek bu atın yetiştiği topraklardaki insanların kaç tanesinin böyle bir isimden ve başarıdan haberi var. dünyanın önemli sektörlerinden birinin temelini oluşturan bu ismi yabancı yazarlardan öğreniyoruz. bu at hakkındaki en kapsamlı bilgi arşivini düzenleyen erhan gökbayrak'ın düzenlediği byerley türk isimli sitede bulabilirsiniz.. kendisini tanımıyorum ama bu ata verilmesi gereken değer için uğraştığını fark ettim kendisine sonsuz teşekkürler. yakın tarihte pistlerimizde start alan başarı öyküleri de var bir kaç tanesine değinecek olursam cangıl isimli bir arap atı var ki.. zor durumdaki sahibi yetiştirdiği atları satmaya çalışır ancak cangıl öylesine küçük ve çelimsizdir ki kimse atla ilgilenmez ve at sahibinin elinde kalır. at koşabilmek için gerekli fiziğe bile ucu ucuna uygun bulunur. ve koşmaya başlar kendisinin neredeyse iki katı atlara boyun eğmeyen bu at boyuna bakmadan büyük işler başarmıştır ... yine grand ekinoks isimli ingiliz atı ise kambur olmasına aldırış etmeden satın alan sahibine tüm başarıları sunmuştur. hatta yurt dışında ilk sınıf koşuya katılan isim olmuştur . ve tabi ki kafkaslı , kafkaslı sahibi tarafında sakat olmasına rağmen aygır olarak kullanılmak amacıyla alınır ama sakatlığına rağmen koşmak ister ve sahibinin koşması için şans vermesiyle yarış pistlerin de tarih yazan bir yarış atı olur kazancı sekiz milyonun üzerindeyken yarış hayatını noktalayan bu at şimdilerde yavruları ile pistlere dönmeye hazırlanıyor. bu ve bunun gibi bir çok hikayeye sahibiz ancak byerley türk gibi bir atın hikayesini izleyebilmek için spielberg gibi ustaların farkına varmasını bekleyeceğiz....

Awakenings

yazının başlığı olan filmi izledikten sonra bu yazı şekillendiği için kafamda yazıya filmin adını verdim . filmi robert de niro oynuyor diye izlemiştim, de niro filmde çocukken geçirdiği bir hastalık sonucu bir bitki gibi yaşamaya başlamıştır. filmde ilk olarak de niro nun çocuk halini canlandıran bir oyuncu yer alıyor de niro göründüğünde ise tamamen hareketsiz sessiz bir obje, eşya gibi sabit odaklanmış bakışlardan başka bir şey olmayınca şaşırdım bir süre böyle devam ediyor tabi çok sıkıcı bir durum, taki dr. rolündeki robin williams ın de niro ile karşılaşmasına dek... bu filmi izledikten sonra insan de niro gibi bir oyuncuya bir kez daha hayran oluyor ve düşündümde böyle bedensel veya zihinsel engelli bir karaktere hayat veren oyuncu sayısı hiçte az değil... peki bu oyuncular böyle rolleri neden tercih ederler, kendilerini böyle bir engelli canlandırırken dahada geliştirdikleri için mi yoksa seyirciyi şaşırtmak için mi bilmem ama biz oyuncuları hep hayal ettiğimiz kalıplarda görmeyi bekleriz.... izlediğim ve oyuncuların bu şekilde rol aldığı filmlere değinecek olursam, yine de niro nun flawless isimli bir filmi vardı bu filmde polistir ve bir kaza sonucu sakat kalmış konuşma kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir, tedavisi için görmesi gereken terapinin gereği şarkı söylemesi gerekmektedir ve bunu hiçde hazzetmediği komşusu eşcinsel philip seymour hoffman la yapmak zorundadır. film için de niro ve hoffman ın çok iyi performans gösterdiğini söyleyebilirim... scent of a woman da böyle bir film al pacino orduda gözlerini kaybetmiş emekli bir subaydır, işin ilginç tarafı al pacino bu filme kadar onlarca unutulmaz filmde yer almasına ve birçok unutulmaz karaktere hayat vermesine karşın bu filmle oscar ödülüne layık görülmüştür. bu rolün nedenli etkili bir seçim olduğunu görüyorsunuz, yeni oyuncuları böyle sıradışı rollerle görürseniz şaşırmayın derim... javier bardem'de böyle bir karakteri içimdeki deniz de canlandırmıştır, bir kaza sonucu uzunca bir zaman yatağa mahkum olmuş ötenazi için savaşan bir kişidir filmde bardem... bu rol ona ne kattı bilinmez ama javier bardem için artık söylenecek fazla bir söz yok. son olarak james bond filminde kötü karakteri oynuyacağını duydum buda şaşırtıcı değil zaten ihtiyarlara yer yok da oscar almış bir kötüdür kendisi... bu bond filminde ise ben dahada aşama kaydedip, heath ledger in batman filmindeki joker performansı gibi kötü karakterin kahramanın önüne geçtiği bir performans sergilemesini umuyorum... the score da bu kalıba uyan bir film, filmde edward norton hırslı bir hırsızdır ve çalıştığı yerin güvenini kazanmak için engelliymiş gibi rol yapmaktadır. norton 'un performansı ve oyunculuğu için de fazla söze gerek yok çünkü de niro ve marlon brando gibi iki usta onunla aynı film de rol alarak onun nedenli iyi bir oyuncu olduğunu ortaya koyuyorlar. bu filmde kafama takılan ise şu oldu acaba norton un engelli halinin bir taklit olduğu sürpriz bir şekilde sonda verilseydi daha hoş olmazmıydı... my left foot ta ise daniel day lewis in doğuştan felçli sadece sol ayağıyla hayata tutunmuş ve zekasını bu şekilde ortaya koyduğu bir performansı vardır.. brad pitt in on iki maymun daki fıttırık halleri, di caprio nun yine gilbert eating grape deki yarım akıllı hali, jack nicholson un as good as it gets deki pimpirikli hastalık hastası rolü, rain man de dustin hoffman ın otistik halleri de oyuncuların bu tarz tercihlerinin iyi örnekleridir. bizim filmlerimizde da buna benzer roller alan oyuncular görüyoruz, babam ve oğlum da yetkin dikinciler in yarım akıllı hali, abimm filminde levent üzümcü nün canlandırdığı karakter iyiydi ,yalnız bu abimm filmi kısmen rain man den araklama levent üzümcü nün performansına sözüm yok ama bizimkilerin yabancı filmlerden aşırdıkları senaryolar için ayrı bir yazı lazım bu yazıyı uzatmayalım umarım beğenirsiniz.

19 Mart 2012 Pazartesi

aronofsky' nin mumu

      film izlemeye önce tür takip ederek başlanır, komedi.. korku... romantik.. dram.. vesaire... sonra bu filmlerde gördüğümüz  bir oyuncu takip etmeye başlarız. sonrasında film izlemek bir tutku halini aldığında ise, işin aslında yönetmenlerin etrafında döndüğünü anlarız. bundan sonrası artık detaylardan ibarettir... yönetmenin seçtiği, oyuncular.. müzikler.. senaryo ve üslup onun diğerlerinden ayrılmasını sağlar bizim için....
 benim favorim darren aronofsky,  sinemaya ilk pi isimli filmiyle giren ve dikkat çekmeyi başaran yönetmenin bu filmi sonrasında yapacağı filmlerle aynı kalitede değil elbette çok düşük bir bütçeyle ve acemiliğini atlattığı bu filmi bir kenara koyarsanız, yönetmenin gerçek eserleriyle karşılaşırsınız. bunların ilki requiem for a dream yönetmenin kullandığı değişik çekim teknikleri, oyuncuların etkileyici performansları, clint mansell'in müzikleri ile izleyeni büyüleyen bu film uyuşturucu bağımlısı bir genç , arkadaşı ,sevgilisi ve annesinin hikayesini anlatıyor.
kendileri için uyuşturucu temin edebilmek için uyuşturucu satan jared leto, arkadaşı ve sevgilisi için hayat işler ters gitmeye başladığında bağımlılığın onları ne duruma düşüreceğini bilmeden bu şekilde sürmekteyken..annesi ise bağımlısı olduğu televizyonda izlediği bir yarışmaya katılma hakkı kazanınca , sevdiği eski bir elbiseyi giyerek katılmak ister ancak elbiseye girebilmek kilo vermesi gerekmektedir, yine bağımlısı olduğu tv den bulduğu bir yöntemle(içeriğinde uyuşturucu olan haplar) kilo vermeye başlar. oğlu annesinin bu durumunu farkettiğinde iş işten geçmiştir anneside bir bağımlıdır artık..  bu film de ve sonra ki filmlerinde olduğu gibi aronofsky'nin tarzının hiç de eğlenceli olmadığını görebilirsiniz... her şey gerçek hayatta ki gibidir. sınırı aşınca sert bir iniş yaparsınız elinizden bir şey gelmez.
 sonraki film  the fountain de pi'de olduğu gibi senaryosunu da yazarak farklı bir yönünü de ortaya koymuştur. bu filmde yine müzik mansell e teslim edilmiştir. bu film diğer filmlerinden farklı bir yerde durmaktadır, öyle ki filmde olabildiğince gereksiz diyaloglardan uzak yalın bir dil kullanmış, ayrıca film üç ayrı hikayenin, üç ayrı zaman da paralel bir kurgu ile ilerlemesi, hikayelerin ortak amacı olan ölümsüzlüğe, hayat ağacına ulaşmayı ortak bir sona bağlaması ile diğer filmlerinden ayrılmasını sağlar.
      the wrestler 'de yine özüne dönüp tarzına uygun bir senaryoyu ele alan yönetmen filmde başrolüde  mickey rourke  verip onun varolduğunu hatırlamamızı sağlıyor. zaten yönetmenin oyuncu tercihlerindeki başarısı filmlerine  orantılı bir şekilde yansıyor..  bu filmde popülaritesini yitirmiş eski bir güreşçinin hayatını anlatıyor, sağlık sorunları yüzünden, ringlere veda etmek zorunda kalan rourke yaşadığı hayatı sorgulayıp geri dönüp yaptıklarına bakar.... ringlere olan tutkusu hayranları ile arasındaki bağ onun ailesinin dağılmasına sebep olmuş düzenli bir hayat sürememiştir. kızıyla arasını düzeltmek ister , bunun için ilgi duyduğu striptizci arkadaşından da  destek alır. tezgahtarlık yapmaya başlar,  ancak yinede işler yolunda gitmez.. sağlık problemlerine rağmen  yine bildiği tek iş ve sevildiği yere yani ringlere döner...  aronofsky tüm filmlerinde yaptığı gibi bu filmde de sonu seyirciye bırakır..   rourke, finalde meşhur atlayışını yapmak için iplerin üzerine çıkar ve rakibinin üzerine uçarak atlayışını yapar . mickey rourke bu filmdeki performasının oscar adaylığı ile sınırlı kalması ise benim için hayal kırıklığı olmuştu açıkçası... aslında bu filmi özetlemek için rourke'un finalde ringe çıktığında yaptığı konuşmayı kullanmak yeterli olur. bu konuşmasının bir bölümü şöyle ''hayatı özensiz yaşar ve mumu iki ucundan yakarsanız bedelini ödersiniz, sevdiklerinizi ve sevenlerinizi kaybedebilirsiniz'
               ve son filmi black swan tam anlamıyla bir aronofsky filmi olarak karşımıza geldi... artık yönetmenin tam olarak tarzı oturmuş ne anla tmak istediği takipçileri tarafından kolayca anlaşılır bir hal almıştı bu filmde.... önce ki filmlerinde ki güreşçiler, uyuşturucu bağımlılarından sonra burada balerinlerin hayatına girerek anlatıyor hikayesini... yine aynı şekilde çok değerli oyunculara filmde yer vermesiyle filmin dikkat çekmesini sağlamıştır. vincent cassel gibi benim için çok yetenekli ve değerli bir oyuncuyu alıp çok küçük bir role yerleştirmesi yönetmenin titizliğini gösteriyor, mila kunis gibi bir oyuncuyu cilalaması ve başrol verdiği natalie portman'a kazandırdığı oscar da cabası... filmde beni en çok rahatsız eden tchaikovsky nin kuğu gölü balesi müziğinin baskınlığı filmde müzik portman'ın içinde bulunduğu duruma göre şiddetleniyor yada hafifliyordu, yani gerilimi tırmandırmak için başvurduğu bir unsur gibiydi yönetmen için bu müzik, tabi aronofsky'nin her filminde olduğu gibi mansell'inde imzası var müziklerde.... filmde kuğu gölü balesinin yönetmeni cassel başrol oyuncusunu değiştirmek istemektedir ve portman'da karar kılar, ancak cassel'in hem siyah hemde beyaz kuğuyu canladırabileceği yönünde endişeleri vardır.. portman başrolü almak için yarışan ve sonunda buna ulaşan bir balerin, annesinin de eski hırslı bir balerin oluşu ve portman 'ı bu oyun için hazırlarken annesinin kendi hayallerini ona yüklemesi portman'ı kendisinin de tanımadığı siyah yüzüyle karşılaşmasını sağlayacaktır. aslında yönetmenin diğer filmleri the wrestler ve requeim for a dream de olduğu gibi bu filmde de aile bağlarında ki yozlaşmaya değinmesi açısından benzerlik göstermesi bana acaba kendini tekrar mı ediyor dedirtse de yine sonu seyirciye bırakarak imzasını attığı filmle çıtayı yükseltip beklentiyi büyütüyor.

8 Mart 2012 Perşembe

Ölüme Sırtını Dönenler

Not: Bu yazı The Constant Gardener, Apocalypse Now ve The Assassination of Jesse James by the Robert Ford filmleriyle ilgili spoiler  içermektedir.

Bazı filmler vardır bir şekilde tanıdık gelir, yeniden uyarlanmış olabilir eskisini ya da yenisini izlemişsinizdir. Ya senaryolardaki klişelerden kaynaklanır ya da daha evvel değindim gibi bir selam ya da saygı duruşu niteliğinde bir göndermeden kaynaklanmış olabilir bu benzerlik.
Ben bu benzerliği yönetmenleri, senaristleri ve oyuncuları farklı üç film arasında görünce yazmaya değer buldum. Tabi bu benzerlikte izleyene göre görecelidir.

Filmler Arka Bahçe (The Constant Gardener), Kıyamet (Apocalypse Now), Korkak Robert Fort 'un Jesse James Suikasti (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) ilk bakışta birbirinden farklı üç film gibi görünselerde filmler finalde buluşuyor...


Marlon Brando'nun filmdeki görünüşü.
Öncelikle Kıyamet filmiyle başlamak isterim. Film Marlon Brando ile Francis Ford Coppola birlikteliğinin ikinci ürünü. Yapım ve gösterim aşamasında çok sıkıntı çekmiş, bu oldukça uzun bir metraja sahip olmasından olsa gerek, sonra filmin çekimlerine Martin Sheen'den önce Harvey Keitel'le başlandığı daha sonra anlaşmazlık yüzünden Martin Sheen'in oynadığı söylenir. Marlon Brando filmin sonunda kısa bir performansla yer alsa da hayranlarını mest etmeye yeter... 
Filmde Marlon Brando savaşta kendine özgü vahşi yöntemler kullanmanın doğal olduğunu savunan amerikan ordusuna başkaldırmış bir albaydır. Martin Sheen ise onun infaz edilmesi için görevlendirilmiş bir çavuştur. Martin Sheen bu görevi bir otel odasında kafayı sıyırmak üzereyken alır. Ayrıca otel odasında çok güzel birde sahne vardır, tavan vantilatörüne dalıp giderken helikopter pervanesine The Doors'un The End'i ile geçilir. Diğer filmlere olan benzerliğine gelecek olursak, filmde albay, bir savaş suçlusu olmasına rağmen, Martin Sheen onun hakkındakileri araştırdıkça ve ona ulaşmak için yaptığı yolculuğu esnasındaki tecrübeleri, onu sürekli gözünde yüceltmektedir. 
Nitekim finalde beni çok etkileyen repliklerden biri Marlon Brando tarafından sarfedilir. Martin Sheen için, "sen marketin hesap almak için gönderdiği çıraksın beni yargılayamazsın ancak hesabı alırsın der. " Finalde Albay yaşadığı bu kaçak hayata sırtını döner ve Martin Sheen hesabı keser.


Ralph Fiennes'in filmdeki görünüşü.
Arka Bahçe'ye gelicek olursak filme beni çeken Fernando Meireles ve Ralph Fiennes'in oluşuydu. Bu film ise büyük ilaç şirketlerinin afrikadaki savaşı ve açlığı fırsat bilip insanları araştırma aşamasındaki ilaçları denemek için kobay olarak kullanıldığının farkına varan, Rachel Weisz, insani yardım işleri ile uğraşan bunu ortaya çıkartabilmek için ihaneti bile göze almış bir idealisttir ve bu onun sonu olur. Kocası Ralph Fiennes ise bir diplomat olarak orda bulunmaktadır ve karısının ölümünü araştırmaya başlayınca onu ne kadar yalnız bıraktığının ve ölümünde pay sahibi olduğunun farkına varır . Onun kaldığı yerden araştırmaya başladıkça tehditler almaya başlar işi çözdüğünde ise yapabileceği pek bir şey olmadığını anlar karısının öldüğü yerde oda ölüme sırtını döner. 
Buradaki Ralph Fiennes tıpkı Albay Marlon Brando gibi dolaylı da olsa bir suçludur ve kendi ölümüne sırtını döner.

Filmden bir kare.
Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikasti'nde ise Jesse James rolündeki Brad Pitt kanun kaçaklarından oluşan bir çetenin lideridir, Robert Ford ise ona hayran olarak büyümüş ve onu öldürerek daha iyi olduğunu göstermek, kolay yoldan şöhret olmak niyetindedir. Bunu gerçekleştirebilmek için Jasse James'in çetesine katılarak ve ona yakınlaşarak amacına ulaşmaya çalışır. Jesse James tıpkı Kıyamet'teki Marlon Brando gibi suçlu olarak yaşamaktan ve kaçmaktan sıkılmış birlikte iş yaptığı kendini tanıyan ve ele verebilecek herkesi tek tek öldürmektedir. Her şeyden şüphe eder olmuştur ve artık bu durumdan bıkıp Robert Ford'un emeline ulaşması için oda ölüme sırtını döner, öyle ki belindeki silahı bile bırakır bunu yapabilmesi için. Hatta onun yapıp yapmadığı da kesin değildir. Çünkü odada Robert Ford'un ağabeyi de bulunmaktadır. Son olarak Robert Ford beklediği gibi bir üne kavuşamamıştır. Hatta Jesse James ne kadar bir suçlu olsa da halk tarafından sevildiği için, Robert Ford sevilmeyen bir adam olmuştur. Ve oda bu kötü şöhreti tıpkı kendi gibi biri yüzünden kaybeder. 
Bu filmde de çok güzel sahneler vardır hatta görsellik çok ön plandadır diyebilirim, benim favori sahnem trende tutuklu bulunan Jesse James'i kaçırmak için ormanın içinde rayları kapatarak bekledikleri sahnedir, karanlıklar içinden trenin ışıkları sisler içinde ağaçlar tarafından kesilerek ilerler.
Çok hoştur. İzlemek lazım, yönetmenin görsellik takıntısını anlamak için.

3 Mart 2012 Cumartesi

Kifayetsiz Boksörler Çöplüğü

Filmler arasında bazen selam, saygı duruşu ve göndermeler görülmektedir. Bu bazen bir sahne veya replik olurken bazen sadece isim benzerliğiyle olabiliyor. Kareleri arasında bir yönetmene ya da bir filme selam duran film, bazı konularda diğer filmlerden ayrı kıyaslanır.

Kimi zaman ise film içinde film izlenir ve o film de genelde yönetmenin hayranlık duyduğu birilerine aittir. Esaretin Bedeli'nde mahkumlar Rita Hayworth'un Gilda filmini izlemektedirler. Emir Kusturica ise Ak Kedi Kara Kedi filminin bir sahnesinde videodan geriye sardırıp tekrar tekrar Casablanca filmini izleyen bir karaktere yer vermektedir...

Bu filmler arasındaki göndermelerden kastım absürt çabuk tüketilen komedi filmlerinin yaptığı tiye almalar değil tabi..
Bazı filmler yeniden çevrildiğinde orjinal versiyonunda yer alan sanatçıya ufak bir rol vererek aslına bir teşekkür ediliyor...

Benim en çok hoşuma giden ise Raging Bull filminde On the Waterfront arasındadır. Raging Bull'da Robert de Niro'nun canlandırmış olduğu Jake LaMotta filmin finalinde kifayetsiz boksörler çöplüğünü boylamış -Marlon Brando'nun Rıhtımlar Üzerinde filminde kendisi için kullandığı tabirle- eski bir boksördür bar ve benzeri yerlerde sahneye çıkmaktadır ve finalde kulisin aynasına bakarak rıhtımlar üzerinde filmindeki Brando'nun abisiyle -Rod Steiger- bir arabanın arka koltuğundaki konuşmalarını prova ederken film biter...
Brando, filmde iş arkadaşının bilmeden de olsa patronları tarafından öldürülmesine yardımcı olmuştur. Ve vicdan azabı çekmektedir. Abisi patron tarafından Brando'nun kendilerine karşı tanıklık etmesini engellemek için yollanır.

Brando ile abisi arasındaki konuşmaların bir kısmı şöyledir:

Bahsi geçen sahneden bir kare

Abisi(Charley) - Kaç kilo geliyorsun boksör? 75 kilo olduğun zamanlar çok güzeldin.. Menajer olarak tuttuğumuz o hergele, Sana fazla yüklendi.
Brando(Terry) - Sorun o değildi. Sendin soyunma odama gelip, ufaklık bu gece senin gecen değil. Bütün paraları Wilson'a yatırdık, dedin hatırladın mı? O herif büyük şampiyonluk ünvanına kondu, ben kifayetsiz boksörler çöplüğünü boyladım.. Sen benim ağabeyimdin Charley beni kollamalıydın bana sahip çıkmalıydın ki bahis parası için şike yapmak zorunda kalmayayım.
Abisi(Charley) - Senin içinde bahis oynadım cebin para yüzü gördü..
Brando(Terry) - Derdimi anlamıyorsun, biraz havam olabilirdi. Mücadeleci, kişilik sahibi olabilirdim, serseri olacağıma! Doğruya doğru şimdi öyle değil miyim. Bunu sen yaptın Charley..
Abisi(Charley) - Onlara seni bulamadığımı söyleyeceğim kesin bana inanmayacaklar..

Bu sahne filmin unutulmazlar arasına girmesini Marlon Brando'ya da Oscar'ı getirmiştir.

Son olarak İsmail Hacıoğlu'nun oynadığı Çakal filmi ile Edward Norton'un oynadığı 25. Saat filminde de buna benzer bir sahne vardı tabi birebir de değil replikler, sonra bilinçli olarak yapılıp yapılmadığını bilemiyorum.

Edward Norton, restaurantın tuvaletinde aynaya bakarken etrafında nefret ettiği hayata kendinden geçmiş bir şekilde sayar..
Çakal'da ise İsmail Hacıoğlu, barın taburesinde oturduğu yerden içerdekilerin arasından geçerken (yönetmenin oyunuyla) sırayla içindekileri içinden sıralar...

Bu ve buna benzer göndermeler sinemada hoş karşılanırken, filmi olduğu gibi araklayanlar sinemaseverlerin gözünden kaçmaz ve afişe edilmekten kurtulamaz.

28 Şubat 2012 Salı

the Fighter / Christian Bale

Bale bale bale..
Önünde saygı ile eğiliyorum.

Ben böyle bir boks filmi görmedim. Özellikle maç sahnelerinin tv.'de izleniyormuş izlenimi vermesi beni ayrıca hayran bırakmıştır. Birkaç defa kendimi 1993-94 yıllarında inter star'da show tv'de sabah ezanı saatlerinde yayınlanan boks müsabakalarını izliyorum sandım. Boks maçlarını oldum olası severek izlemişimdir. Hele hele bu maçlar film adı altında oluyorsa vallahi kendimi lord gibi hissediyorum.

Gel gelelim bu film bazılarınca o kadar beğenilmemiş. Hatta bazı film sitelerinde "sadece bale olduğu için izlenebilir" gibi saygısız kelamlar edilmiş. Nazarımda bu, bale'yi bir yüceltme cümlesi değil. Daha da üstüne sıradanlaştırma anlamı taşıyan bir yorumdur. Böyle bir üstadın -evet artık üstad olmuştur- şahsına beslenen muhabbet nasıl bir çifte sıtandart taşıyor olabilir ki? Onun değer verip çalıştığı oyuncuları, yönetmenleri dikkate almayıp sadece kendisini izlemek için filme gidilir diyebiliyorlar. Hayret doğrusu, bu "bale iyi ama çevresi kötü" gibi bir anlama geliyor. Sen o zaman kendi bünyende bir bale yaratmışsın! Bale, o kişiye göre uygun hareket ediyorsa iyi, etmiyorsa, eski günlerin hatırına "hadi hadi sırf senin için" diyorsun.

Aklıma gelen boks temalı flmleri düşündüğüm zaman. Bu film ne kadar da taze izlenmiş olsa da, listenin üst taraflarında yer alıyor. Robert de Niro'nun oynadığı, Raging Bull vardı. Kimi yerleri siyah-beyaz çekilen, gerçek hayattan alınmış bir film, güzel filmdi. Robert de Niro film için hatırı sayılır bir kilo da almıştı. Onunla bu filmi karşılaştırdığım zaman. Tek benzerlikleri her iki boksöründe ringte dövüşürken aynı taktikle rakibi yeniyor olmaları. 
Bir de Russell Crowe'un oynadığı Cinderella Man filmi ile hep karşılaştırılıyor. Bence o da gereksiz bir durumdur. Crowe zaten büyük bir oyuncudur. Bahse konu olan filmi de geçirilen her dakikanın hakkını vermektedir. Lakin karşılaştırıldıkları durum, yok bilmem Cinderella Man'ın ring sahneleri daha bir gerçekçiymiş yok bilmem daha bir gaza getiriyormuş vs.

Fazla uzatmadan.
Her saniyesi bile kaçırılmaması gereken, gerek bale gerekse diğer oyuncuların sanatlarının zirvelerini yaptığı bir filmdir.